8 Kasım 2007 Perşembe

Son Kağnılar




Kağnıya, en son çocukluğunda binenler, onu hiç görmemiş olanlar ya da bu arabaların Kurtuluş Savaşı'nda cepheye mermi götüren Nene Hatun'la tarihe karıştığını zannedenler!.. Kağnılar uzak dağ köylerinde hâlâ yürüyor; ama belli ki bu son yürüyüşleri...


Yurdumuzun kentlere uzak dağ köylerinde üzeri saman yüklü kağnılar, meşeden tekerleri taşlara takılarak yürüyor hâlâ… Yalnızca yokuş tarla yollarında, ağırlığın altında inleyen tahta bir arabadan duyulacak bir tür senfoniyle ağır ağır ilerliyorlar… Onların yavaşlığını tembelliğe mi yormalı? Dilimize yerleşmiş alaycı bir ifadenin esin kaynağı; ‘kağnı gibi yavaş’… O zaman niye sızlanıyoruz, günler hep baş döndürücü bir hızla akıp gidiyor diye, kağnılar, bir dağ yolunda, gün hiç bitmeyecekmiş gibi sabırla ve minnetsiz ilerliyor işte… Çok katlı binaların, geniş caddelerin neredeyse toprak ve karıncayı unutmuş insanı için akıl almaz bir tabiilik; basit, tahta bir düzeneğin bir çift güçlü hayvanla kurduğu uyumlu birliktelik… Üzerinde ya saman taşır ya da kışın yakmak üzere toplanan ve adına keven denilen bir tür diken.

Çok eskiden değirmenler henüz hayattayken un çuvalları da yüklenirmiş kağnıya ve taş gibi ağırlaşan çuvallara güç yetiremeyen öküzlerin önüne bir çift öküz daha koşulurmuş. Şimdi burada öküzlere methiye düzmek neden tuhaf kaçsın? Çocukluğunda, yaz tatillerinde de olsa köy görmüş, sabah namazıyla tarlaya giden amcanın kağnısında rica minnet kendine bir yer bulmuş, hatta şimdi dağ köylerinde bile tarihe karışan düvenin üzerinde dönmüş biri için öküzler, yalnızca güçlü değil, sadık ve asil hayvanlardır. Boyunduruk altındaki boynuzları ve iri cüsseleriyle biraz da insanoğluna tahammül ediyor gibi görünürler.

AİLE ALBÜMÜNDEKİ ÖKÜZ FOTOĞRAFLARI
Uzaktan bakan için hepsi birdir öküzlerin; ama sahipleri öyle söylemez. Sivas’ın Zara ilçesine bağlı Kaplan köyünde, kışları şehirde okuyup yazları yetmiş yaşındaki babasının işlerini gören Ufuk Yıldırım, öküzlerinin fotoğraflarını çekiyormuş mesela. Ölen ya da yaşlandığı için satılan öküzlerin fotoğrafı, aile albümünün bir parçası. Bir öküzünün fotoğrafını çekemediğine üzülüyor şimdi: "Burnuyla ahır kapısının mandalını açar, içeri girerdi. Bize gelen misafirler yemeğe oturmadan önce koşar onu izlerdi." Ufuk’un biraz kolaya kaçıp renklerine göre isimlendirdiği yeni öküzleri Kara ve Mor, 2000’li yıllarda dünyaya geldikleri için şanslılar aslında. Onların ataları, on beş yirmi yıl önce, ekini sapından ayırmak için düvene koşulmak ve bir daire etrafında biteviye dönmek zorundaydılar.

Yıldırım ailesinin kağnısı köyün tek kağnısı; sabah erken vakitlerde tarlaya gidip akşam dönen sessiz bir kağnı bu. "Traktörümüz olsaydı, öküz arabasını çoktan dağıtmıştık." diyor Ufuk: "Ama bu sene galiba bozacağız arabayı, traktör de almayacağız, buradan taşınacağız."

İstanbul’da yaşayan; ama yaz tatillerini köyde geçiren ressam ve ebru sanatçısı Yunus Özel, "Köyün son kağnısı fotoğrafladığınız, bu kaybolan bir kültür." diyor. Onun resimlerinde kağnılar özel bir yer tutuyor. Bu arabalar basit ama estetikler ve dilimize kazandırdıkları kimi deyimlerle bir araba olmanın da ötesindeler. Birlikte yapılması gereken bir işte, kendine düşen kısmın tamamını veya bir kısmını diğerine yüklemek, çalışmada adil davranmamak anlamına gelen ‘kayış atmak’ deyiminin nereden geldiğini Yunus Özel’den dinleyelim: "Kağnıyı çeken öküzlerden hangisi daha güçlüyse, kayış o öküzden yana bir dilim daha fazla atılır ki yükün fazlası o öküzün üzerine düşsün. Anadolu’da, babasının ayrım yaptığına inanan çocuk, ‘Benden yana kayış attı’ ya da ‘Boyunduruğun ağır başını omzuma yükledi.’ der."

‘Arabası her dağdan aşmak’ ya da ‘tekerine taş gelmemek’ deyimleri, ‘gemisini yürütmek’ deyimiyle eş anlamlıdır. ‘Tekeri yolun altına düşmek’ sözü ise işlerin ters gittiğini anlatır. Bir de ‘arabası gıcılamak’ deyimi var ki bu deyimin bir değişik formu, tam da çıkarı neredeyse oraya koşan insanlar için söylenmiş gibidir: ‘Kimin arabası gıcılarsa ona biner.’

KAĞNI SESİYLE UYANMAK
Yirmi yıl önce, işlek sokaklarında neredeyse bir kağnı trafiğinin oluştuğu Kaplan köyüne sessizlik hâkim şimdilerde. Ressam Özel, kağnıların tarif edilemez sesinin de mazide kaldığını söylüyor: "Köyde bütün hâneler mâmur iken biz sabahın erken saatlerinde tarlaya giden boş kağnıların takırtısıyla uyanırdık. Akşama doğru üzerleri otla yüklü dönerken de gıcırtılarını dinlerdik. Köylüler buna mazının bağırması derdi ki, iyi ses çıkaran bir mazı çiftçilik yapan her adamın özlediği bir şeydi. Mazı alınırken, üzerindeki çatlaklar incelenerek çocuk gibi ağlayacağı ya da inim inim inleyeceğine dair yorumlar yapılırdı."

Öküzler koşuldu, yük yüklendi, çiftçinin kulağı tekerlerden gelecek seste. İlk hafta uyumlu bir ses aranmıyor; ama bir ayın sonunda, üstelik de yokuş yukarı çıkarken bile müziğe kavuşmadıysa araba, çiftçinin üzerine bir kasvet çöküyor. Bu gibi durumlarda, mazısı iyi bağıran arabaların peşine düşülürmüş eskiden. Yunus Bey, çocukluğundan hatırladığı bir araba değişimi hikâyesi anlatıyor: "Rahmetli babam köyün imamı, okuyan yazan bir insan, çiftçilikle, mazı bağırtmakla hiç ilgisi yok; ancak nasıl olduysa ustanın bizim eve yaptığı kağnı müziğin her makamından ses veriyor. Köyün bu işe en hevesli çiftçilerinden Zühtü, epey bir zaman gelip gittikten sonra kağnısını, bir araba meşe odunu da üste vererek babamınkiyle değiştirdi. O mazının bağırmasının verdiği şevkle, boynuna bir tozluk bağlayıp diz boyu sergenler oluşturacak otlar ve saplar taşıdı Zühtü, uzun yıllar çiftçilik yaptı."

Kaplan köyünde bugün, kağnılara değil belki; ama izlerine rastlamak mümkün. Bir dingille birbirine bağlanmış iki tekerlek, ya bir bostana çit olmuş ya da evin önündeki sedire kolçak… Kimi parçalar da orada burada çürümeyi bekliyor. Şu durumda Cahit Külebi’nin "Sivas yollarında geceleri / Katar katar kağnılar gider" mısraları iyiden iyiye uzak ve silik bir resme dönüşüyor. Bu resim en iyi belki de 4 Eylül Sivas Kongresi’nin yıldönümü kutlamalarında canlanıyor. Kurtuluş Savaşı’nda cepheye erzak ve mermi taşıyan kağnılar caddelerde boy göstererek ulusal bir simgeye dönüşüyor.

KAĞNILARIN SON KALESİ
Erzurum’un Çat ilçesine bağlı Işkınlı köyü, öküz arabalarının son kalesi gibi. Kaplan köyündeki gibi göstermelik, numunelik değil, tam 20 kağnı var Işkınlı’da. Fakir; ama cıvıltılı, hareketli bir köy. 42 hanede yaklaşık 300 kişi yaşıyor, ses var, sokaklarda koşturan çocuklar var…

Otomobilin gidebileceği son noktada iniyor, derenin üzerinden atlıyor ve ulu bir ağacın gölgesinde dinlenen öküzler ve kağnıyla karşılaşıyoruz. İşte ilk selamlama… Sonra yukarıya doğru tırmandıkça oraya buraya serpiştirilmiş tahta arabalar görüyoruz ki, köy bu haliyle kağnılar üzerine çekilen bir filmin setini andırıyor; ama şenlik daha yukarıda, saman yığınlarının küçük tepecikler halinde yükseldiği yerde… Biçilmiş tarlalardan ot taşıyan kağnılar burada duruyor, boyunduruklar çözülüp öküzler serbest bırakıldıktan sonra yükler boşaltılıyor. Köy bir vadinin içinde. Tarlaların bulunduğu yamaçlarda ne kamyon dolaşabilir ne traktör. Kağnının bolluğu biraz bu yüzdense biraz da fakirlikten...

Öküz arabasının üzerindeki saman yığınını sırtıyla yere indirdikten sonra soluklanan Metin Işık, "Eskiden Çat’a kadar giderdik kağnılarla; şimdi durumlar düzeldi, minibüsle gidiyoruz." diyor. Ama yine de yağmurlu günlerde köy yolları çamur olduğu için aşağı yolda bekleyen taksilere kağnı üzerinde hasta ya da gebe kadın taşıyorlar. Işık, burada biraz gururlanıyor: "Öküz arabası, bir kamyonun, traktörün yaptığı işi yapar; ama biraz ağır yapar. Onlar gibi çamura saplanıp kalmaz üstelik."

Erzurum’da Türkçe öğretmenliği yapan Yıldırım Karagöl’ün öküzlerin gücüne dair anlattığı gerçek bir hikâyeyi hatırlıyoruz burada. Çamura batan bir kamyonu çekmek üzere getirilen diğer kamyon da başarısız olunca öküzler devreye giriyor. Yer Narmanlı ilçesi Şekerli beldesi. Alana toplanan köylüler pek ümitli değil; ama öküzlerin sahibi, ‘Boyunduruk kırılmazsa bu iş tamam.’ diye geçiriyor içinden. Düşündüğü gibi de oluyor, ön ayakları üzerine çöken iki hayvan kamyonun ön kısmını tamamen havaya kaldırıp bataktan kurtarıyor. Öküzlerden birinin iki gün sonra evin damından düşüp ölmesi ise pek tabii olarak nazarla açıklanıyor. Beldede 95 yılından bu yana kağnı yok, arazi düz olduğu için hemen herkesin traktörü var.

ÖKÜZ ÖLÜR ORTAKLIK BOZULMAZ
Metin Işık, kendi köyündeki kağnıların da dört beş yıla kadar kalmayacağını ya da azalacağını düşünüyor. Öküz arabası yapan usta bulmak artık mümkün değil, yıllar var ki yeni bir araba yapıldığı yok. Işkınlı köyü sakinleri, komşu köylerdeki terk edilen kağnı parçalarını toplayıp getiriyor. Tamir gerektiğinde de iş başa düşüyor. Çam ağacından yapılan arabalar en fazla on-on beş yıl yaşıyor ve sonra sobada müthiş çıtırtılarla yanıp kül oluyor. Kışın arabalar dışarıda, ya bir ağacın gövdesine ya da bir evin duvarına dikey şekilde dayalı bırakılıyor. Eskiden Erzurum’daki ustalara yaptırılan tekerler, arabanın en değerli malzemesi olduğundan içeride saklanıyor. Öyle ki, köylülerin ‘maran’ dediği bir çift teker beş yüz liraya, geri kalan aksam ise yüz liraya mâl oluyor; ama artık sıfırdan bir araba yaptırıldığı vaki değil.

Işkınlı köyünde babalar ve oğullar aynı kağnıyı kullanıyor. Daha doğrusu babalar yaşlandığı için kağnıyı tarlaya tapana sürme işini oğullar üstleniyor. Baba vefat edince araba öküzleriyle birlikte evde kalan oğula düşüyor. Bazen de bir çift öküz dört erkek kardeş arasında adilane paylaştırılıyor, maddi durumu iyi olan kardeş kendi hakkından çoğu zaman feragat ediyor.

Peki öküz ölünce ne oluyor? Kesilen hayvan parçalara ayrılıyor ve köylüler öküz sahibine yardım olsun diye üçer beşer kilolarla et satın alıyor. Sonraki işlem yalnız kalan diğer öküze acilen yeni bir ortak bulmaktan ibaret… Burada öküzlere en çok Şahin, Murat, Duman gibi isimler konuluyor; ancak boğa iken kısırlaştırılan bu hayvanlara Dilber gibi ‘kız’ adı verenler de var. Metin Işık öküzlerini Alto ve Tobo diye çağırıyor. Bir anlamı var mı bu isimlerin. “Hayır” diyor Metin Amca, “Önemli olan seslendiğimizde hayvanların kendisini bilmesi.”

Kendi haline bırakıldığında yolunu bulan öküzler kadar bir insana ya da nesneye kafayı takanlar da var ki bunlar her zaman insanı eğlendiren detaylar... Metin Işık’ın ağabeyi Hüseyin, ‘Alto’ adlı kara öküzün, yetmiş beş yaşındaki annesi Elmas’tan hiç hazzetmediğini söylüyor: "Ne zaman annemi görse bir hışımla üzerine yürüyor. Annem de kendini hemen içeriye atıyor. Her akşam, ‘Şu öküzü satın artık.’ diyor; ama bu yüzden satamayız onu. En iyisi, annemin kendisini kollaması…"

Ehramlı kadınlara kızan bir öküzden söz ediliyor; kadınlar onu görünce ehramlarını geriye atarmış ki hayvan saldırmasın. Bir diğeri de nerede ihtiyar görse üzerine yürürmüş. Ehlileştirme sırasında, henüz ham olduğu için kazalara neden olan öküzler de var,; Işkınlı köyünde kağnının altında kaldığı için sakat kalan bir çocuk geçtiğimiz yıl vefat etmiş.

Köyde, benim öküzüm seninkinden güçlü gibi böbürlenmeler de mazide kalmış. Hüseyin Amca; "Arabasıyla en ağır yükü yokuştan çıkaran adam köy yerinde gururla dolaşırdı; ama şimdi kimsenin hevesi kalmadı böyle işlere." diyor.

Katkıda bulunan: Orhan Yıldırım



KAĞNI YOLU
Kağnılar iki ince şerit bırakarak yürüyor arkasında. Topraktan hemen silinmeyen güçlü izler… Tekerlekler genelde standart olduğu için, aynı yolda gidip gelen kağnıların hep aynı izi takip etmesi arabanın emniyeti için de gerekli. Özellikle bayır arazilerde tekerlerin artık derinleşmiş bir yola kendisini bırakması, yükle ağırlaşmış arabanın devrilmesini engelliyor. Kağnı trafik ekiplerinden epey uzak dağ yollarında kendi kanununca ilerlerken ne tür kazalar yaşanıyor? Araba devriliyor veya tekerler kopup bayır aşağı yuvarlanıyor. Bu durumda çiftçinin yapabileceği tek şey, öküzleri yanına alıp köye dönmek, araba sonradan ya başka bir kağnının ya da ustanın yardımıyla kurtarılıyor; ama tekerler hangi dereye ya da uçuruma yuvarlanırsa yuvarlansın olduğu yerde çürümeye bırakılmıyor.

KAĞNI USTALARI DA YOK ARTIK
Erzurum’da ‘Mahallebaşı’ndaki ustalar işi çoktan bırakmış. Çat’ta ya da köylerde de ekmeğini kağnı yapımından kazanan birine rastlamadık. İşin doğrusu usta hikâyeleri de çocukluk yıllarına ait tatlı hatıralar arasına karışmış görünüyor. Sivas-Kaplan köyünden Yunus Özel, öküz arabası yapımının inceliklerini şöyle anlatıyor: "Kağnı arabası basit görünür; ama herkes eline çekici alıp yapamaz. Ustalar bazen üç beş gün çalışarak bir kağnıyı ayağa kaldırırlar ki buna ‘araba bağlama’ denir. Tekerde makbul olan meşe ağacıdır; ama çam da olabilir. Tekerler merkezden kenara doğru gittikçe incelir ve kenarına demir bir çember takılır. Otuzlu yıllarda Anadolu’da dolaşan Alman araştırmacı, kağnının tekerdeki çember hariç, bütün parçalarıyla Hititler tarafından da kullanıldığını söyler; ancak sonradan bir Türk araştırmacı Hititlerde o çemberin de var olduğunu ilave eder. Tekerlerin yüzü çatlamaması için katran ve dövülmüş yumurta kabuğuyla sıvanıyordu. Mazı, tekerle uyum içinde dönsün diye tereyağıyla yağlanır, yağ da mazının alt kısmına zincirle bağlanmış içi boş bir öküz boynuzunda muhafaza edilir. Kağnı bağlanırken her malzemesinin sıfırdan alınması şart değildi tabii, elde kalan eski parçalar da mutlaka değerlendirilirdi."

KAĞNI TERİMLERİ
1 Boyunduruk: Çift süren veya araba çeken öküzlerin birlikte hareket etmelerini sağlamak amacıyla iki ucu öküzlerin boynuna, ortası saban veya kağnıya bağlanan uzun ağaç. Bu arada öküz arabalarının en yoğun olduğu Işkınlı köyünde çiftçiliğin hâlâ karasabanla yapıldığını söylemeliyiz.
2 Köp: Kağnının ön ve arkasına enlemesine konan uzun tahta.
3 Mazı: İki tekerleği birbirine bağlayan mil; dingil.
4 Dayak: Kağnılarda oku yukarıda tutmaya yarayan ağaç destek. Araba durdurulduğunda öküzlerin dinlenmesi için dayağın üzerine ok konuyor ve boyunduruk boşa alınmış oluyor.
5 Ok: Kağnıda mazı üzerine boydan boya uzatılan yan ağaçları. Işkınlı köyünde buna ‘kol’ deniyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder