Tolunoğulları
Ben Şakir Tolun. 1335 rumi doğumlu. Atatürk’ü Samsun’dan Havza’ya getiren müfreze kumandanı Şükrü Tolun’un oğluyum. Kökenimize bakarsak; Tolunoğulları hükümdarlık yapıyorlarmış, ondan sonra bizi Memluklular mağlup etmişler. Yenilgi sonrası kılıçtan kurtulmak için Trabzon Pontuslu gemicilere para vermişler getirmek için, ordan Anadolu’ya gelmişler. Gemilerden biri Rize’nin Ardeşen kazasına, diğeri Kalkandere’ye gitmiş. Sonra dedem Tahir Ağa denilen adam bundan 150 sene evvel, Alaçam’a gelip yerleşmiş. Bafra’da dayısı varmış; Malmüdürü Memet Efendi. Orada çalışmış çabalamış, mütaahitlik yapmış zengin olmuş. Sonra dedemin babası da meşhur bir pehlivan. Tercüman gazetesinde Sertoğlu, O’nu ‘Karadeniz Fırtınası’ diye tam bir sene tefrika etti. Şöyle ki: Sultan Abdülaziz’in son baş pehlivanı ünvanını aldı. Hançoğlu diye biri varmış bu Aliçonun yeğeni, kızkardeşinin oğlu, bu Hançoğluylan iki kişi dedemi öldürmeye kalkmışlar. Yani, bu adam ve diğer pehlivanlar dedeme bi komplo hazırlarmış.
Dedem de bahriye zabitiydi, dedemin kılıcı varmış, bunlar hançerle öldürmeye kalkınca kılıçını çekip onlara karşı koymuş -çok kuvvetli- ve yaralamış. Sultan Abdülaziz dedemi asmaya kalkınca, Halil Pehlivan Mabeyin Paşası: "Bir kere mahkeme edilmeden bu adamı asarsanız millet gözünde kötü duruma düşersiniz sultanım" diyor. Bunun üzerine mahkeme kuruluyor. Hançoğlu da ölmüyor, iyi oluyor... Hançoğlu: "Biz Ali Ahmed Pehlivanı hançerleyip öldürecektik. O da bize kılıcıyla karşılık verince.." diyor. Dedem asılmaktan kurtuluyor. Sonra dedemi tutuyorlar Sinop’ta bulunan Osmanlı donanmasının bir küçük gemisine ikinci kaptan veriyorlar. Bir gece Ruslar baskın yapıyor. İşte tarihte meşhurdur okumuşsunuzdur, Sinop baskını. Dedemin gemisini de Rus topları parçalıyor. Dedem bir ambar kapağının üzerinde yirmidört saat denizde kalıyor. Gerze ile Sinop arasında Çakıroğlu diye bir yer vardır oraya çıkıyor. Oradan Bafra’nın Gazibey köyünde bizim akrabalarımız varmış onlara gidiyor, onlardan para alıyor tekrar İstanbul’a kıtasına dönüyor. Bu arada İtalyan Harbi başlamış. Şimdi ki Kaddafi’nin bulunduğu memleket, Trablusgarb’a gidiyor. Atatürk ve arkadaşlarıyla beraber Trablusgarp harbinde bulunuyor. Bir rivayete göre de orada öldüğü, şehit olduğu söylenir. Bir rivayete göre de İstanbul’da öldü denildi. Mezarı nerede bilmiyoruz.
Çerkezler
1845 senesinde Elburuz Dağlarında Ruslara karşı İstiklal savaşı veren İmam Şamil, Ruslara esir düşer. Esir düştükten sonra Çerkezlerin bir kısmını katlettiler bir kısmı da Türkiye’ye yani Anadolu’ya gelirler. Gemilerle yola çıkan Çerkezler Anadolu’nun muhtelif yerlerine iskan edilirler. Mesela Kabertay Kabileleri şimdiki Sivas’la Kayseri ’nin arasında olan Uzunyayla denilen yere yerleşir. Gelen 1600 köy hiç birbirleriyle ne kavga ne dövüş olmadan yaşamışlar. Zaten büyük Çerkez adamları da çıkmış bu köylerden.
Bizimkiler de bu yöreye (Samsun, Sinop) yerleşir. Bizim kabilemiz ‘Ubıh’ kabilesidir. Dedem, annemin babası İslam Bey isminde. Dedemler, Kafkasya’dan yola çıktıklarında vapurda bir de 5-6 yaşlarında bir kızkardeşi varmış. Adı Safiye. Onu Trabzon’da vapurdan çalmışlar, dedemler, herkes, onu aramışlar bulamamışlar. Sonra dedemler Sinop’a gelmişler, Avdan Köyü Sarıdüz mahallesine yerleşmişler. Rençberlik yaparak hayatlarını sürdürmeye başlamışlar. Dedem bir de tütün kaçakçılığı yaparmış. Kastamonu’ya kıyılmış tütün kaçırırmış, satmak için. Bir keresinde atları yüklüyorlar bu arada müsadere, çatışma çıkıyor, dedem kolcunun birini vuruyor. Bunun üzerine dağa çıkıp eşkiya oluyor.
Dedemin kızkardeşi Safiye ise hırsızların elinden saraya, Valide Sultan Sarayına. Safiye, Valide Sultan Sarayı’nda büyümüş. Şimdiki Topkapı Sarayı’nın Harem Dairesi olan yerde cariye oluyor. Burayı gezmek bir ara yasaktı. Neyse buraya gelen Çerkez cariyelerle sohbet ederken, birbirlerine sorarlarmış; "Sen nereden geldin? Hangi kabiledensin?"diye… Safiye de; "Ben Ubıh kabilesinin Tojk boyundanım" diyor. Oradakiler de: "Sinop’un Avdan köyünde senin anlattığın gibi İslam Bey diye biri var. Bir de Testekul adında (onun ismi çerkezce) kardeşi var" diyorlar. Bunun üzerine Valide Sultan’dan da izin isteyip dedeme mektup yazıyorlar, "İstanbul’a gel" diye. Dedem eşkiya. Ayancık’tan gizlice vapurla İstanbul’a gidiyor. Orada Çerkez paşalarının birinin konağına misafir oluyor. Dedem çok güzel ‘Capşin’ çalarmış -bir tür kemençe-. Ayrıca sesi de çok güzel olduğu için ağıtları, kafkas ağıtlarını çok güzel söylermiş.
Saraya haber vermişler, dedem saraya gitmiş. Padişahın kalfası olan Safiye kalfa ile kafes arkasından konuşmuşlar. Dedem; "Eğer sen benim kızkardeşimsen, Trabzon’da çalınan kızkardeşimsen sırtında -anam seni yıkardı- siyah bir leke olacak. Bir de sağ ayağını köpek ısırmıştı, köpek ısırığı kolay kolay geçmez" diyor. Der demez kafesi açıyor Safiye halamız, dedemin boynuna sarılıyor. Kardeşi olduğunu anlıyor. Dedem de orada biraz misafir kaldıktan sonra tekrar Sinop’a dönüyor.
Sultan Hamit tahtan düşdükten sonra, sarayda ne kadar cariye varsa azad ediliyor. Safiye halamız azad olunca kardeşi gidip onu alıp Sinop’a getiriyor. Padişahın annesi Dilşat Sultan, Safiye halamıza “kalfa” dermiş. Halamız Sinop’un Avdan köyünün Sarıdüz mahallesinde yaşamış ve orada da ölmüş ve mezarı da oradadır.
Kurtuluş Savaşı yılları
Mütareke yıllarında komşu köylerden Hacı Dursun diye varlıklı ve iyi bir adam hasta olmuş. Hacı Dursun, Taşkelik köyünden. Bunun üzerine Musa dayım ve birkaç kişi hasta bakmaya, ziyarete gitmişler. Tabii bunlar hep silahlı, atları filan da var. Geçmiş olsun deyip, misafir olmuşlar. Bu arada Taşkelik köyünün Şabanoğlu mahallesi vardır çaydan karşıda, orayı Rum çeteler basmış. Baskın olunca hasta bakmaya gelen Çerkezler yani Musa dayımlar, karşı koymak için tüfeklerini almışlar. Rum çetecileri kovalamaya koyulmuşlar. Neyse onları köyden kaçmaya zorlamışlar. Fakat Musa dayım yaralanmış. Hemen eve (Karlı köyüne) getirmişler. Karlı’da Çerkezler, kurşun yarası alan hastaya "cap" derler ve yaralı uyumasın diye geleneksel olarak mızıka çalıp, eğlence yaparlar. Yaralının uyuması iyi olmaz. Musa dayım zavallı hem yaralı hem de mugallip bir adammış. "Yevo yevoy Musa" yani çerkezce ‘yevoy’ türkçede ‘vah’ demek. "Vah Musa vah! dört sene Ruslar’la harp ettin de bu kötü Rum’un kurşunuyla öleceksin, yazıklar olsun sana Musa" diyerek şaka yaparmış Musa dayım çevresindekilere. Öldü, şehit oldu. -Bora, Musa dayım yani senin büyük deden, Allah rahmet eylesin…
Mütareke yılları
Yine mütareke yıllarında Samsun odunsuz kalıyor. Samsun’a dışarıdan Kavak’tan, karda kışta öküz arabasıyla odun getirirlerdi. Tabii o zaman tren falan yok, mecbursun! Fakat Rum eşkıyalarının korkusundan kimse odun için gidemezmiş. Bunu üzerine Samsun Alay Komutanı, vali, efendim meşhur İhsan Bey (İhsan Ünyelioğlu), babama, Şükrü Tolun'a "sen git, bu işi en iyi sen becerirsin. Onları ikna edebilirsin, en azından Kurupelit’e kadar müsaade etsinler" diyor. Emir emir, mecbursun çeteler öldürse de! babam zavallı biniyor atına, tüfeğin ucunada beyaz mendil bağlıyor, çıkıyor yola… Nebiyan’a. Eşkiyalar dedemi görünce "dur" diyorlar. O’nu alıp şefleri Eğribelli Anastas’ın yanına götürüyorlar. "Jandarma niye geldin buralara?" sormuşlar. Armut zamanı olduğundan armut silkelemişler biryandan armut yiyorlarmış. Etrafta yüz kadar çete varmış, tüfekleri çatılı beklerlermiş. Neyse dedem "Valla beni vali gönderdi, bu odun taşıma işini bir hallet dedi. En azından Kurupelit’e kadar dokunmasınlar diye ricaya geldim" demiş. Karşısındakiler "Eee biz birbirimize kurşun atıyoruz, hasımız, nasıl olur?" Babam da "Bu hep böyle gitmez, bu devlet, millet yıkılmaz bunu iyi bilin" diyor.
Bu arada içlerinden biri; "Andon Paşa, bu adam çok iyi bir adam, doğru söylüyor. Biz vaktiyle Karahüseyinli köyüne sekiz kişi gitmiştik, Todor’un evine. Bu adam Müstecep’ten katırlarla zahire getiriyordu. Onu görünce tüfekleri doğrultup vuracaktık. Atıyla gelip avluya girdi; "Ey Todor Efendi, şimdi olsaydın karnımı doyurup, bir acı kahveni içerdim, su içerdim yaa… Allah bu aramızı bozanların, memleketin başına bu kötülükleri getirenlerin belasını versin" dedi. Biz de durduk, kurşun atmadık. Bundan kötülük gelmez, doğru söylüyor, odun işine bir kolaylık yapalım" diyor. Bu konuşma üzerine Andon paşa ikna oluyor, emir veriyor. Kurupelit’e kadar odun gidiyor. Gelen odunlar yaza kadar yetiyor, Samsun odunsuz, ateşsiz kalmıyor…
Samsun’da şimdiki Gazi Müzesi olan yer Palas Oteli’ydi. Bu otelin sahibi bir Rum kadındı. Mustafa Kemal Paşa hazretleri Samsun’a geldiği zaman, yanındaki on yedi kişi ile birlikte burada kalmışlar. Mustafa Kemal iç Anadolu’ya gidecek. Vali alakadar olmamış, valiyi açığa almış. Samsun halkını toplamış, Kefelileri, efendim Yelkencileri, Hacızadeleri ve Samsun’un ileri gelen adamlarını toplamış. Bunlara; "Padişahımız efendimiz hazretleri İngiliz savaş gemilerinin topları altında esir, biz vatanı kurtarmaya geldik buraya, bize bir yardım edin" demişse de bunlar yardımdan imtina etmişler, yardım etmemişler. Bunlar iç Anadolu’ya gidecekler ama Samsun’un Mamur Dağı dedikleri dağlarda Rum çeteleri var. Çetelerin saldırmasından çekindikleri için Kavak’ın Germiyan köyündeki Çerkez Ekrem adındaki kuvvetli bir çeteye telgraf çekmişler. Ekrem bey çetesiyle babam Jandarma Şükrü birleşip, Atatürk’ü araba ile Havza’ya kadar getirmişler. Ondan sonra babam Samsun’a geri dönüp kıtasına katılmış. İşte Atatürk’ün Anadolu’daki milli mücadelesinin başlaması böyle olmuş.
Alaçam’ın mütarekedeki vaziyeti şöyleydi: İlk önce Mustafa Kemal’e bağlılık telgrafı çeken Alaçamlılardır, Alaçam halkıdır. Alaçam halkından İçellizade Fazıl Efendi ve onunla beraber Tolinzade Şükrü Efendi Atatürk’e ilk bağlılık telgrafı çekenlerdir.
Fazıl Efendinin meşhur bir konuşması vardır, hükümet binasının önünde; "Ey ahali! Padişahımız, (o zamanda da padişahtan çok çekiniyolar) gavurların elinde esir, bizi kurtarırsa Mustafa Kemal Paşa kurtarır, kurtarmazsa biz bu esaretten kurtulamayız, onun için bizde hep beraber bağlılık telgrafı çektik Ankara’ya. Siz de bize yardımcı olun" diyerek milleti ikna etmiş. O zamanda, Alaçam’da, İslam çeteleri var: Karlı’dan Çerkez Bayram çetesi, Kozköyü’nden Laz Murat bizim Murat Fama. (Murat eniştem) ve Yerebakan çetesi, Doyran’dan Arnavut Memet Çavuş çetesi, İncirli’de Bombacı Mustafa çetesi, Denzetler çetesi, elli kadar da Arnavut, yüz kadar da Laz ve Gürcülerden müteşekkil muhtelif çeteler. Alaçam’daki Rum çeteleri ise teşkilatı Bafra’nın Asar köyünden Kara Konstantin'in Anastas’a bağlıdır. Bafra ve Alaçam’daki çete hareketlerini Eğribelli Niko'nun Anastas yürütür. Eğribelli Anastas, Andon Paşa namıyla maruf çete başını vurarak o mevkiye geçmiştir. Çete merkezi Bafra Nebiyan Dağlarıdır.
Yukarıda zikrettiğimiz, Rum çeteleri askerde bulunan insanların yokluğundan istifadeyle halka bir takım eziyetler, eza cefa ederek, yangın çıkararak, soygun yaparak, adam öldürerek zulüm etmişler. Ancak o devirde Alaçam’da jandarma kumandanı İhsan Bey (Ünyelioğlu) az bir kuvvetle asayişi sağlayıp, halkın mal ve can güvenliğini korumaya çalışmış. Hatta şöyle ki; İhsan Bey kumandasındaki askerler, tek kuvvet olarak, askerlik çağı geçen ellilikler ve askerlik çağı gelmeyen ondört-onbeş yaşındaki çocuklardan yardımcı kuvvet olarak yanlarına alıp çetelere karşı savaş verdikleri söylenmektedir. Adını zikrettiğimiz ellilik ve on beşlik tabir edilen vatanseverler kendi tüfek ve cephaneleriyle, atlarıyla harekete geçmiş ve hizmetlerde bulunmuşlardır.
İhsan Bey komutasındaki Alaçam’daki askerlerden bazıları şunlardır: Tolunzade Şükrü Efendi, Hacimet Atacan, Şahin Aykaç, Verenalı Deli Hüseyin, Manisa Salihli’den Jandarma Halil (Halil Pak), Konyalı Mehmet, Kürt Tufan, Manisalı Süleyman, Konyalı Cuma ve daha birçok adını şimdi hatırlayamadığım kahraman askerler memlekete büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
Alaçam’da elektrik santrali
Babam Şükrü Tolun üç devre 957’e kadar belediye reisliği yaptı Alaçam’da. O zamanlar elektrik falan yok. Bunun üzerine çaydan gelen suyla çalışan hidroelektrik santrali kurmak istiyorlar. Çaydan gelen suyla dönen bir santral. Kurmak için tabii para lazım olmuş. Encümen toplanıyor, encümende İbrahim Baykan nam-ı diğer İbram çavuş var, kendisi çerkezdir. Ona diyorlar ki; "Sen Cevdet Kerim git, Alaçam’a belediye olarak yardım iste". Cevdet Kerim zamanın Nafıa vekili, Sinop’un Bektaşağa köyündendir, çerkezdir.
Bunun üzerine İbrahim çavuş Ankara’ya Cevdet Kerim’i görmeye gidiyor. Cevdet Kerim; "Sen bu işi en iyi Paşa’nın sayesinde yaparsın. Git Pembe Köşk’e o bize bir yol göstersin, biz de yardım edelim" diyor. İbrahim çavuş "Peki"diyor, gidiyor Pembe Köşk’e. O zaman Reis-i Cumhur İsmet Paşa…
Kapıda nöbetçiler dur mur diyene kadar dalıyor içeri. Köşkün kapısında polisler tutuyorlar İbrahim çavuşu. Mevhibe Hanım kapıyı açıp "Ne oluyor" diyor. Bunun üzerine polisler "Efendim bu adam izinsiz içeri girdi, İsmet Paşa ile görüşmek istiyor" diyorlar. Bu arada İsmet Paşa hazretleri de merdivenden aşağıya iniyormuş, gürültüyü duyup "Ne bu gürültü, ne oluyor burada" demiş. Onlarda çavuşu gösterip "Bu adam sizi görmek istiyor" demişler. Mevhibe Hanım "Kim diyelim sizin için?" diye soruyor. İbrahim çavuş da "Yemen’den Sina’dan İbrahim Çavuş deyin" diye cevap veriyor. Meğer İbrahim çavuş Osmanlı zamanında Yemen’de İsmet Paşa mevkiinde çavuşmuş. İsmet Paşa rahmetlik tanıyor, bizim İbrahim çavuşu. Mevhibe Hanım’a dönerek; "Masaya bir tabak daha koyun, öğlen yemeğini beraber yiyeceğiz" diyor.
Neyse yemekte halini hatırını soruyorlar, niye geldin diye soruyorlar. İbrahim çavuş; "İşte sağlığınız nicedir diye sormaya geldim" nezaketini gösterse de "paşa hazretleri" dediyse de sonunda baklayı ağzından çıkarıyor; "Kasabamızda elektrik yok. Hidroelektrik santrali yapacağız, paramız yok!" Sonra anlatmaya başlıyor Nafıa vekili Cevdet Kerim’e gittiğini onun "Paşa’dan kağıt getir ya da bir telefon etsin fondan para çıkaralım" dediğini. "Bunun için geldim" diyor. Paşa hazretleri de; "Tamam tamam '' diyor...
/Bora ALTAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder