13 Kasım 2007 Salı

32 Kısım Tekmili Birden “Radyo Tefrikası”




_Radyonun icadı 1901 yılında
Alman fizikçi Herzt ve İtalyan fizikçi Guglielmo MARCONI tarafından gerçekleştirilir.
Türkiye’de ilk yayın 1927 Eşref Şefik’in
6 Mayıs 1927 tarihinde İstanbul Sirkeci’deki Büyük Postane binasının bodrum katında yaptığı
“Alo alo muhterem sami'in(dinleyiciler) , burası İstanbul telsiz telefonu …” anonsla başladığı kabul edilir.
Radyo ilk naklen yayımını da yine Atatürk’ün isteği ile,
1932 yılında Ayasofya Camii’nde okunan mevlidi yayınlayarak gerçekleştirir. (Bkz. http://www.istanbul.edu.tr/4.boyut/cumhuriyet/dosyalar/nese_kars.htm )

Yabancı Müziklerden Korkardım
Evimize radyonun ne zaman geldiğini hatırlamıyorum ama radyo benim dikkatimi çektiğinde o bizim evin en yüksek yeri olan RADYO TEREK’ inde yerini çoktan almıştı bile. İlk hatırladığım, dedem ve babam evde olmadıkları zamanlarda annem ev işlerini yaparken sesini oldukça yüksek açarak radyodan türkü dinlerdi. Buraya kadar her şey çok güzeldi. Benim için korkunç saatler batı müzikleri başladığı anda başlardı. Hiç unutmam, takriben 3-4 yaşlarımda olmalıyım. Bu yabancı müzikler bana çok korkunç gelir; duyduğumda korkar, ürperir “Anagııı! Gâvurla geliye gapa şu irediyeyi” diye çığlık çığlığa bağırırdım. Hani ben kapatacağım da benim boyum 60 cm. Radyonun bulunduğu terek en az 200 cm. yüksekte. Gerçekten o yabancı müzik parçaları çalınmaya başladığında gözümde Tommiks Teksas türü çizgi romanlardaki Amerikan ya da İngiliz askerleri canlanır; Karşı köy Gelemetten çığlık atarak sanki bizim eve saldırıya geçmişler vehmine kapılırdım. Nineciğim şimdi bile hatırlatır gavur müziklerinden kokunca yaptığım çılgınlıkları…

Evimizin İlk Radyosu
Kendim için ortaokuldayken aldığım cep radyosundan başka, Üniversitede sigarayı bırakarak oluşturduğum alternatif maliyet yöntemiyle elde ettiğim FM bantlı radyolarımı saymazsak, evimize giren ilk radyo üç bantlı PİLİPİS dediğimiz Philips marka transistorlu radyo idi. Annem, babamın radyoyu ilk aldığında dedemin kızacağı korkusuyla uzun süre onu gizli saklı tuttuklarını dedem yokken “ÇALDIK” larını anlatırdı. Bu radyomuzun anteni yoktu. Anten, cihazın radyo yayınlarını iyi çekmesini sağlamak için harici uzantıdır; şimdilerde iç içe geçmeli parlak metal çubuklarla yani çubuk antenlerle sağlanıyor ama o günlerde hatırlıyorum evimizin Ankara yönündeki duvara çakılmış, çatıya yakın yerde özel fincanlarla tutturulmuş bir uçtan bir uca ince bakır tel örgülü antenimiz vardı. O anten vazifesi gören, duvarın bir ucundan diğer ucuna kadar uzanan tel parçasına baktıkça sanki içim ürperirde. Ona doğaüstü bir güç atfeder, onun daha birçok şeylere muktedir olduğunu düşünürdüm. Radyo tereğinin yanına kadar gelen ucunda bir jak vardı ve kısa dalga yayınlarını dinleyebilmek için onu radyonun üzerinde bulunan prize takardık.

Acanslar Başlıyooor
İleriki yaşlarımda da radyonun haber saatlerinde ACANS ‘ları dinlemek için açıldığını, haberlerin bitiminde pilleri bitmesin diye hemen kapatıldığını hatırlıyorum. Yine küçük yaşlarımda idim. Oğuz’dan öteki dedem Fikri de gelmişti bize misafir olarak. İki dede eski iki katlı evin üst katındaki OCAK’lı odada oturmuş sohbet ederlerken “Acans seeti gelmüşdü beki. Hele şunu bi açalım” deyip açmışlar fakat haberlere epey bir süre olduğu için o saate kadar bayağı şarkı türkü ve reklâm dinlemiştim.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Köy yerinde radyoların insanlara haber, müzik ve eğlencenin dışında sağladığı bir diğer fayda da saatlerin ayarlanması idi. Özellikle ana haber bültenleri saniyesi saniyesine tam saatinde başladığı için bu anlarda herkes saatini eline alır ayarlar ve bir güzel kurardı. Hatta kimin saati ne kadar ileri gitmiş ya da ne kadar geri kalmış gibi, herkes bir birleriyle en iyi saat kiminki diye yarışırlardı.

Saat başı Haber
Eskiden, böyle şimdiki gibi saat başı haber verilmezdi. Sabah 7:30, Öğle 13:00, Akşam 19:00 ve gece 23:00 de haberleri vardı. Bu saatlerin 13 ve 19 da olanları ana haber bültenleri olup bazen Cumhurbaşkanı ya da Başbakanın konuşmalarından bazı bölümler kendi seslerinden verilirdi. Daha sonraları 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile haberler önem kazanmış olmalı ki saat başı hatta son dakika haberleri radyolarda yerini almaya başlamıştı.





Radyo Proğramları ve Reklamlar
Köy yerinde radyo demek elbette şarkılı türkülü eğlence proğramları ve radyo tiyatroları demekti. Hani o bol cıngıllı şen şakrak konuşmaların yapıldığı, proğram aralarında nadir olarak şarkıların çalındığı spot reklam proğramlarını da katarsak tanımlamamız bitmiş demektir. Şimdiki radyo reklamları maşallah, o canım sanat eseri olan güzide besteler çalınırken bile müziğin orta yerinde sesi kısıp (üstelik NON STOP müzik lafıyla birlikte ) reklamlar yapılır oldu. İnanır mısınız böyle olur olmaz yerde zamanlı zamansız araya sokuşturulan reklamlar yüzünden artık radyo dinlemek ve TV seyretmek zül oldu. Eskiden böyle zırt pırt reklam yapılmazdı radyolarda. Reklam ajansları 5-10 dakika süren özel  reklam proğramları hazırlarlar ve bu proğramlar haber saatleri öncesinde ya da günün belli saatlerinde topluca yayınlanırdı. Bu reklam proğramlarının aralarında özel izinle çalınan beste şarkı-türkülerin yanında kısa yarışma proğramları örneğin “Orhan BORAN’lı dakilar” ve ilginç bilgilerin verildiği kültürel proğramcıklar olurdu

Çocuk Proğramları
Bir de çocuk proğramlarımız vardı. Şimdi de aynen sürüyor bu proğramlar. Hafta içi her gün sabah on bir ve akşam on sekiz saatlerinde  “Çocuklarla Baş başa” ve “Çocuk Bahçesi” proğramları ile Cumartesi ve Pazar günleri tatil proğramlarını kaçırmaz zevkle dinlerdim. Özellikle tiyatro ve muhtelif skeçleri dinlerken onların hayalini zihnimde canlandır, hayal gücümü geliştirirdim.

Yurtdışından Yapılan Yayınlar
Yazın, özellikle tütün dizme zamanları olan Temmuz ve Ağustos aylarında kısa dalga üzerinden Bulgaristan Radyosunun Gündüz saat on iki civarlarında Türkçe proğramını dinlerdik. İdeolojik maksatlı olan bu proğramlar sayesinde Almanya’daki işçilerimizle radyoya gönderilen mektuplarla gerek oradakiler buraya gerek buradakiler oraya selam gönderir göndericilerin ve alıcıların isimleri zikredilir,  Türkiye’de TRT’de yasaklı olan sanatçıların şarkıları özel istekle çalınarak hediye edilirdi. Aklıma gelen bazı sanatçılarımız Aşık Mahsuni Şerif, Nuri Sesigüzel, Orhan Gencebay, Edip Akbayram, Huriye Kasap vb. dir. En meşhur türkü ise Almanya’ ya çalışmaya giden bir kadına kocası tarafından yazılan bir mektub olan “soğan ekmek yiyelim dön gel Zeynebim” türküsü idi.

Tarlada Radyo Çalmak
Yaz mevsiminde onca iş güç arasında radyo dinlemek de en büyük eğitim ve eğlence kaynağım idi. İşlerimiz ev içindeyken pek bir sorun olmazdı. Örneğin tütün dizerken sabahtan alırdım radyoyu yanıma ta akşama kadar dünyayı dinlerdim. Tarla işi çıktığında ise eğer iş evin avlusunda ise yine sorun olmaz, eve yakın yerde çalışacaksak radyoyu evin penceresine koyar sesini de bir güzel açardım. Daha uzak yerlerde ise radyo da benimle birlikte gelirdi.

Zifirli Radyo Düğmeleri
Özellikle tütün dizme zamanlarında radyonun kulpu, istasyon arama, kanal değiştirme ve ses düğmelerinde bir batman zifir oluşur ara sıra gazyağı ile bunları bir güzel temizler radyomuz gıcır gıcır olurdu. Tüm bunca örselenmelere karşılık tamir görse de radyomuzun orijinal kılıfı şimdi bile sapasağlamdır.

Radyo Savaşları
Çok küçükken elbette bozarız diye radyoya elimizi bile süremezdik. Azıcık büyüyüp adam sınıfına geçince radyo tereğinden inmiş ellerde dolanır olmuştu. O köşe senin bu köşe benim elden ele gezip dolaşan radyonun taşıma çantası ya da kılıfı elbette zamanla haşat olabilmektedir. Beklide evde tek radyo sevdalısı ben olduğum için radyomuz bu tip hırpalanmalara karşı şanslıydı. Bu nedenle neredeyse elli yıllık radyomuzun kılıfı hâlâ sapasağlamdır. Ama komşumuz Selahattin dayımın radyosu maalesef daha o günlerde havlu atmış kılıfsız olarak hizmet vermekte idi. Onun hizmet alanı özellikle hafta sonları naklen futbol maç yayını idi. Kenan abi ve Kemal abi bu yayınların hastası idiler. Ara sıra bu dinleyiciler arasına Nihat USTAOĞLU, Necmi ŞEN de katılırdı. Bir de Nermin Halam vardı tüm bunların arasında. Nazik, narin, ince ruhlu, şefkatli ve cana yakın, yardım sever iyilik meleği bir köylü kızı... Bir kız olarak elbette spor ilgi alanında değildi ama Kemal ile Kenan ağabeylerin arasında patlak veren radyo savaşlarına zaman zaman Nermin abla da dahil olurdu. En sonunda Fadime halam ya da Selahattin dayım hakem olarak araya girer ortalık yatışırdı. Bu tip radyo kavgası bizde olmazdı. Abim Metin daha ziyade TEYP dediğimiz kasetçalarla ilgilenir radyo bana kalırdı. Bu radyo konusunda zannederim babacığımın da bana bir özel toleransı vardı. Onu benden esirgemezdi.

Radyomuzu Bozdum
Radyo denen sihirli kutunun içi kimin ilgisini çekmemiştir ki. Bir ilkbahar günüydü. Tütün dikme zamanları. Emmioğlu Hamit ile beraber evin yanlarında oynuyoruz. Dört - beş yaşlarında çocuğuz. Babalarımız, kıtlık nedeniyle İstanbul’a çalışmaya gitmişler. O gün de Çamlıkta Hamitlerin tütün dikme imecileri var. Annemde orada tütün dikiyor. Abim malları dağa götürmüş, ev yalnız bize kalmıştı. Hamit bana “Çetin, şu radyonun pillerini çıkarırsak radyo yine çalar mı?” bir bakalım dedi. Henüz onların radyosu yoktu. Bu soru üzerine ben de merak ettim. Sahi radyo pilsiz çalarsa anneme “Pil almaya gerek yok. Baaak biz bulduk! Pilsiz de çalışıyor” deriz düşüncesiyle önce radyoyu kılıfından çıkardım. Ardından pil yatağının kapağını açtım ve dört adet olan büyük boy alkalin pillerini çıkarıp bir kenara koydum. Hamit de yanıma diz çökmüş adanın içinde beni izliyor. Pil yatağının kapağını kapattım. Radyoyu kılıfına yerleştirdim ve sürgülü açma düğmesini “ON” konumuna getirdim. Radyodan “ÇIT” çıkmadı. Kıyısına köşesine bir iki tokat patlattım yine çalmadı ve Hamit’e dönerek “Yok be Hamit. Pilsiz çalışmıyormuş” deyip apar topar açıp pillerini takıp kapağını kapatıp radyoyu kılıfına yerleştirdim. Şimdi çalışıyor mu diye baktığımızda o da ne radyo yine çalışmıyordu. Tüh! Dedim içimden. Radyoyu bozduk iyi mi? Öylece bıraktık ve tarlaya gittik. Kimseye söylemeyiz olur biter diye düşündük. Ama olmadı. Çocuk aklı işte. Hamit, gizlice annesine söyler, Hamit’in annesi Gülfe Abam da anneme ve oradaki diğer imecilere… Akşama kadar annemle şakalaşırlar. “Güllü gelin radyosuz kaldın. Artık türkü çalamayacaksın. Ne yapacaksın bakalım. Vs. vs” Tüm bu olanlara içerleyen annem akşam eve toplaştığımızda abimle beni radyonun başına çağırdı. Tatlı dille “Ne yaptın yavrum, nerelerini elledin, göster bize de abin doğrusunu yapsın” diye bana “olay yerinde tatbikat” yaptırmaya başladı. Ben “şöyle yaparak şurasını açtım. Sonra burasından şöylece pilini çıkarttım” diye anlatarak bunları yaparken, gökten inen süpürgenin sapı elimde patlayıverdi. O an elimde olan pil yatağının kapağı damara yakın yerden elimi kesmiş elim, üstüm başım kan revan içinde kalmıştı. Sol elimdeki o yaranın izi kaybolmamış hâlâ bir gül gibi durmaktadır. Biz annemle elimi sararken abim sorunu çözmüştü. Meğer pillerin yönüne dikkat etmemiş, pilleri ters takmışım.

Radyoları Elektriğe Bağladık
Radyo dinleyicilerinin en kötü anı pillerin bitmesi idi. Pillerin gücü azaldıkça radyonun sesi de kısılır hatta ses bozulur horultulu çıkmaya başlardı. İllerin bitmesi demek hafta günü olan Çarşamba gününü beklemek demekti. Bu da yetmez. Alaçam’a gitmek ve bir de pil parası kazanmak için tavuk, yumurta, süt, yoğurt ve tereyağı gibi pazarlayacağımız bir şeylerimizin olması gerekmekte idi. Bu sıkıntımız fazla sürmedi. 1974 yılında köyümüze elektrik geldi. Bir adaptör vasıtasıyla bu elektriği radyolarımızda kullanmaya başladık. Artık radyonun pili bitecek korkumuz kalmamıştı. Radyomuz ev içinde gün boyu açık olurdu. Hatta bazı geceler sabahlara kadar… Çünkü, gece yatarken de radyoyu yatağıma alır başucumda kısık sesle dinlerken bazen uykuya dalar sabahlara kadar çalıp söylerdi garibim kendi kendine ta ki istiklal marşıyla kapanana kadar.

Radyomuz İstiklal Marşımızla Açılırdı.
Yanlış hatırlamıyorsan 70’li yıllarda radyo yayınları sabah saat beş de istiklal marşıyla açılır; tarım ve hayvancılık konularının işlendiği, köylülere yönelik halk hikâyeleri ve türkü proğramlarıyla başlar yedi otuz haberlerinin ardında normal yayınını gece saat yirmi dört ya da yarıma kadar sürdürür ve yine milli marşımız çalınarak kapanırdı. Açılış saatinden önce ya da kapanıştan sonra radyo belli bir süre frakans temizliği yapmak için kesintisiz ve tiz bir düdük sesi çıkarır ve bu sesi oldum olası zevkle dinler ben de beynimin derinliklerini temizler, bana hiç kesilmeyecekmiş gibi gelir hep EZELİ ve EBEDİ kavramlarını hatırlatırdı.

Televizyon Bize İllet Olur!
Köye elektrik geldi de iyi mi oldu sanki? Maalesef çok kötü oldu! Bu belki de radyo dinleyicilerinin sonu oldu bir yerde. Önce, zaten var olan teyp ve pikaplar bu kesintisiz güç kaynağını görünce havalara girdiler. Ardından televizyon denen İLLET gelip oturdu evlerimizin başköşesine. Radyo ve Teyp ile hem işimizi yapar hem onları dinlerdik. Elimiz ve gözümüz işimizin üzerinde olurdu. Ne vakit TV canavarı geldi evlerimize, artık elimiz işte gözümüz oynaşta olmaya başladı. Tarlada işi bırakıp dizi seyretmek için eve kaçar olduk. Çok şeyler gördük. Gözümüz açıldı. Televizyon bize her şeyi hazır sunuyordu. Artık beynimizi ve hayal gücümüzü kullanmamıza gerek kalmamıştı. Oysa insan hayalleriyle yaşardı. Hayal edemez olduk. Tasavvur etme melekemiz kalktı ortadan. İşin kötüsü GÖZ HAKKI kavramı çıktı ortaya. Reklamların furyasında bir tüketim çılgınlığına kaptırdık kendimizi. Televizyonda gördüğümüz her şeye sahip olma hırsıyla o eski günlerimizin lezzet kokan TEK BİR ZAAN ÇORBALI doyuran sofralarımızın yerini bizi sofradan  yarı aç yarı tok kaldıran kahvaltılar aldı.

Radyolarımızın üstüne adeta bir “KUMA” gibi gelen Televizyonların bize ettikleri konusunda, Recep Hocanın (KOŞAR) Güllü ingesine (Ünzile KOŞAR)  irticalen söylediği şu ağıt manidardır.


Şu televizyon beni bitirdi
Hep işlerimi sabaha bıraktı
Sabahtan öğleye kadar kafamı
Kaldıramadım ben uykudan.

Allah’ım büyüksün sen bana acı
Çocuklar gece yatmaz sabah kalkmaz oldu
Kahpe felek yeter, yetti bu televizyon
Nedir bu benim senden çektiğim çileler

Gece uyumazlar sabah kalkmazlar
Bunlar da küçücük yaramazlıklar
Yetti, yetti bu kadar yetti kader
Neyleyim başımın belası televizyon seni

Çocukların yüzünden işe gidemez oldum
Derdimden kimseyle ilgilenemez oldum
Üç taneydi dört oldu anam çekemez oldum
En küçüğüne bile söz dinletemez oldum.

Söz – Müzik: Recep KOŞAR
Kayıt: Çetin KOŞAR


Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi
Eski günlerin radyo yayınlarından aklımda kalan “Yapım-onarım işleri yapılan yerlerde yavaş gidilmesi, yol işaretlerine ve işaretçilerine dikkat edilmesi” diye başlayan uyarılara zaman zaman bir de “Deniz kuvvetleri, seyir hidrografi ve oşinografi dairesinden” bildirilen bilmem kaç sayılı duyurular da eklenirdi.

“Ziya Taşkent’ten şarkılar”, “Ömer Şan’dan türküler” gibi radyo sanatçılarının gün içersinde dört beş türkü ve şarkısından oluşan konserlerine ilaveten Ayten Alpman, Barış Manço gibi sanatçılardan da Türkçe sözlü hafif müzik parçaları da dinlerdik. Tüm bunların yanında yeni bir proğrama geçiş için o proğramın duyurulan saatine kadar aralarda oluşan boşlukları doldurmak için de “hafif müzikler” çalınırdı.

Bugün 12 Eylül 1980. Demirbank İyi günler dilemedi.
Bir ülkede ihtilal olur da o ülkenin radyosu ele geçirilmez mi? Geçirilir. Hem de ilk önce. İlk defa o sabah duymadım Demirbank’ın sabah yedi otuz haberleri öncesinde bir gonk sesiyle günün tarihini söyleyip “Demirbank hayırlı günler diler” spot reklamını.  Bir Cuma sabahı idi 12 Eylül 1980 ihtilali yapıldığında. Yaz tatilimiz bitmek üzere idi. Sağ-sol çatışmaları iyice kızışmıştı. Lise ikiye gideceğim ama bu anarşi yüzünden neredeyse okumayı bırakmayı düşünüyorum. Yine bir sabah kalkmışız saat yedi gibi… Radyoyu açtığımda Cuma sabahlarının dini proğramı içinde yer alan “Halk Hikayeleri” proğramını dinleyeceğim ama karşımda Hasan MUTLUCAN. Estergon Kalesi’nden Çanakkale’ye, Ankara’nın taşı’ndan Yemen’e kadar ne kadar kahramanlık türküleri varsa hepsini o tok sesiyle arslanlar gibi kükreyerek söylemez mi? Proğram akışındaki bu değişiklikten dolayı bir gariplik olduğunu sezmiştim. Tam kahvaltı sofrasına oturduğumuz esnada saat yedi otuzda,  yedi kez çalan “dııt dıtt” sesinin ardından  duyulan “Yüce Türk Milleti; Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bir bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile, varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir.” Diye sürüp giden  “Milli Güvenlik Konseyi'nin 1 Numaralı bildirisi her şeyi anlatıyordu. (Bu ve diğer 5 bildiri için bkz: http://www.belgenet.com/12eylul/12091980_01.html )

Yas Günü On Kasımlar
O sihirli kutu radyodan duyduğum seslerden manidar olan bir diğeri de on kasımlar ve milli bayram günlerinde yapılan proğramlardı. On kasım günleri radyo yayınları oldukça ağır olurdu. Hareketli ve neşeli müzikler yerine daha ağır şarkı, türkü ağıt ve gazeller çalınır, bol bol konuşma proğramları yayınlanırdı. Özellikle Anıtkabirden yapılan canlı yayında spikerlerin tok ve vakur sesleriyle yaptıkları hüzünlü sunumlarla gözlerimiz dolu dolu olur kuruyan boğazımızı ıslatmak için yutkunmaya çalışırdık. Gün boyu süren özel anma proğramlarıyla Atamızı her yıl yeni baştan tanır, aramızdan ayrılışının verdiği acıyı tekrar tekrar içimizde hissederdik.

Gurur Günü Milli Bayramlarımız
Öte yandan milli bayramlarımızda özellikle 29 Ekim Cumhuriyet Bayramlarında Ankara Hipodrom alanında yapılan canlı yayın, coşkulu kalabalığın alkışları ve dosta güven, düşmana korku salan jetlerimizin sesleri ile yer yer kesilirdi. Tüm bunlar ulusal uyanışımıza katkısı olan, bizleri gururlandıran yüreklerimizi kabartan şeylerdi. Radyo yayınları içersinde bir türlü hazmedemediğim bir konu vardır ki o da, bir erdem olan Cumhuriyetimizi ve yaptığımız devrimlerimizi anlatırken kullanılan “eskiyi karalama” kampanyalarıydı. Bugün bile hâlâ sürdürülen bu anlamsız anlatımlar içimi burkmaktadır. Türkiye Cumhuriyetini kuranlar gökten zembille inmediler. Onlar Osmanlının yetiştirdiği büyüklerimizdi. Osmanlı başkasının değil bizim kendi geçmişimizdi. Geçmişimiz geleceğimiz ise hiç kimse bizim geleceğimizi karalamamalıydı.

"Bir zamanların gerçek ve tek dostu elbette radyo idi. Ama hiç mi zararı yoktu? Elbette vardı. Bugün televizyon, yarın bilgisayar gibi eskilerde de sihirli kutunun insanları etkisi altına aldığı kaçınılmaz bir gerçekti. Kış günlerinde eş dost arasında yapılan uzun gece sohbetlerinin, konu komşu dertleşmelerinin, dostlukların artık sonu gelmişti. Bu sihirli kutu, radyo, etrafa iletişim rüzgarları yayarken aslında iletişimsizlik sinyallerini de vermiyor muydu?"
/Çetin KOŞAR
Köy Günlüğü 'nden )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder