14 Kasım 2007 Çarşamba

Kent-kır çelişkisi ve sosyalizm -I



1932, ABD’de kentleşmenin hızlandığı yıllar: İşçiler bir gökdelen inşaatında öğlen yemeğinde Kentin kırdan bölünmesi tarihteki ilk büyük toplumsal işbölümüdür. Kapitalist sanayileşme ve emperyalizmin olağanüstü şiddetlendirdiği biçimiyle toplumsal-ekonomik dengesizleşmenin, bunalımların, yıkımların en derin nedenlerinden biri olagelmiştir.


Günümüzde kent ve kır karşıtlığı; kapitalizmin genel krizinin önde gelen bir dinamiği olarak -bütün yıkıcılığı ile bir kez daha yaşanıyor. Birkaç hormonlu metropol nüfusun üçte birini, bazı ülkelerde yarısını istifliyor. İşsizlik; yetersiz beslenme, kamu sağlığında çöküntü ve ahlaki yozlaşma ile öğütüyor.

Emperyalist ülkelerin aşırı tarımsal üretiminin önemli bölümü imha edilirken 2.5 milyar insan mutlak ya da göreli açlık içinde. Bağımlı kapitalist ülkelerdeki bir dönemki tarımsal üretim ve mülkiyet ilişkileri baştan aşağıya yıkılıyor, ekili alanlar zorla daraltılıyor. Doğanın ve doğal üretim koşullarının tahribatı, toprağın canlılığının tüketilmesi, hava su ve toprak kirlenmesi çığrından çıkmış durumda. Emperyalizmin son keşfi biyogenetik kirlenme hepsinin üzerine tüy dikiyor…

Dolayısıyla kent ve kır karşıtlığının ortadan kaldırılması için devrimci sosyalizm günceldir, yakıcıdır, zorunludur. “Bu bizzat sanayi üretiminin bir zorunluluğu haline gelmiştir, keza, tarımsal üretimin ve kamu sağlığının da bir zorunluluğu haline gelmiştir. Bugünkü hava, su ve toprak kirlenmesi, ancak kentle köyün kaynaşmasıyla ortadan kaldırılabilir.” (Engels, Anti-Dühring)

Kent ve kır karşıtlığının ortadan kaldırılması, günümüzde yalnızca her zamankinden daha zorunlu değil, aynı zamanda her zamankinden daha olanaklıdır. Çünkü kapitalizm, kent ve kır karşıtlığını görülmemiş biçimde keskinleştirirken, ortadan kaldırmanın tüm öncüllerini de olgunlaştırıyor!

Kentin kır’dan bölünmesi
“Gelişkin ve meta üretiminin sonucu olan her işbölümünün temeli şehir ile kır arasındaki bölünmedir. Denebilir ki, toplumun bütün ekonomik tarihi bu karşıtların hareketi üzerine inşa edilmiştir.” (Marx)

Feodal üretim tarzında kent kır’ın sınırlı bir uzantısı durumundaydı. Toplumsal artı ürün çok kısıtlı olduğundan kent nüfusu da çok kısıtlıydı ve doğal tarım koşullarına bağımlıydı. Kent nüfusu yüzyıllar boyunca toplam nüfusun yüzde 8-10′u civarında seyretti. Tarımsal üründe her kıtlık etkeni kentlerde de açlığa yol açtı.

Meta üretiminin gelişmesine koşut olarak kent-kır arasındaki toplumsal işbölümü ilişkisi de esaslı bir değişim ve karşıtlaşma sürecine girdi.
Önce kapitalizm öncesi tarımın doğal bir uzantısı ve dayanağı olan köysel ev sanayi ve el zanaatları farklılaşarak kır’dan koptu (manifaktür). Ardından tarımsal küçük meta üretimi ve alışverişi, farklılaşarak kır’dan bağımsız hale geldi (ticari sermaye). Daha sonra makinalı büyük kent sanayi, kenti kır’dan esaslı biçimde böldü. Tarımdaki geleneksel üretim araçlarını, doğal yeniden üretim ve basit meta üretiminden birer birer çekip aldı ve saniyileştirerek tarımı kendine bağımlı hale getirdi (tarim makinaları, barajlar, suni gübre, suni yem, pestisit, ıslah edilmiş tohum, vd.)

En sonu, “sözleşmeli çiftçilik” gibi uygulamaların yaygınlaşmasıyla, tarlasında yetiştirdiği ürün ve besi hayvanları üzerindeki her türlü tasarruf hakkı köylüden çekilip alınmış olmaktadır. Aynı şekilde, organik tohum ve yemleri piyasadan silen transgenetik (hormunlu) tohum ve yem, bir ürünlük olarak kısırlaştırıldığından, köylünün binlerce yıllık “kalan tohum hakkı” ve “yavru besin hayvanı hakkı” da ondan çekilip alınmaktadır.

Bunlara tarımda ‘80 sonrasında hızlanan kapitalist yoğunlaşma ve merkezileşme (büyük ölçekli sermaye yoğun çiftlikler, vd.) ile birlikte, emperyalist tekellerin ve büyük İstanbul sermayesinin en verimli topraklara doğrudan el koymaya başlamasını eklemek gerekir.

Kent- kır arası üretim ilişkilerindeki; toplumsal işbölümündeki -büyük değişimler kuşkusuz bir çırpıda ve düz bir çizgide gerçekleşmedi. Kapitalizmin gelişme tarihi, bir yanıyla da kent ile kır arasındaki eşitsiz, düzensiz, kesintili ve çatışmalı ilişkilerin gelişimine dayanır.

Eşitsiz ve düzensiz gelişme
“Tarım, gelişmesinde sanayinin gerisinde kalır-tüm kapitalist ülkelere özgü olan ve iktisadın tek tek dalları arasındaki oranın bozulmasının, bunalımların ve pahalılığın ortaya çıkmasının en derin nedenlerinden biri olan bir olgu.” (Lenin)

Tarımın geri kalmasının nedenleri: Tarımda kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin ve sonra da alışkanlıklarının etkisinin uzunca bir süre korunması, kapitalist ilişkilerin yaygınlaşması ve derinleşmesiyle birlikte de kapitalist toprak rantının ve toprak tekelinin engelleyici varlığıdır.

Tarımda feodal üretim ilişkilerinin devrimci tarzda sökülüp atılmadığı, geniş ölçekli bir toprak reformunun da yapılmadığı Türkiye gibi ülkelerde, kent ve kır arasındaki ilişki çok daha sınırlayıcı ve çetrefilli biçimler alır.

Üretici güçlerin gelişmesinin üretim ilişkileri ile ters düşmesinde; kent ile kır, sanayi ile tarım arasındaki eşitsiz gelişme ilişkisi ve tarımın geri kalması da önemli bir rol oynar. Sermaye birikiminin gelişmesinin her evresinde, belli bir noktaya kadar kaldıracı olan tarımsal gerilik, o noktadan sonra zorlu bir engeline dönüşür. Bunun nedeni, kırsal üretim, egemenlik ve mülkiyet ilişkilerinin kente göre daha yavaş dönüşmesidir.

Sermaye birikimin, tarımsal üretkenliğin geriliğine toslaması ve kentsel farklılaşması (ticari birikimden sınai birikime geçiş, ambalaj, montaj, yedek parça, ağır sanayi, sayısal teknolojiler, vb. ile emek üretkenliğinde artışlar) ile kent-kır ilişkisi giderek dengesizleşir ve karşıtlığa dönüşür. “Bu iki süreç (konumuz açısından; kent ile kır, sanayi ile tarım-bn) yumuşak biçimde kaynaşmayıp birbirinden bağımsız davranmaya başlar başlamaz, bunalım işte oradadır.” (Marx)

Tarımın kentsel-sınai üretkenlik artışına uyarlanması çok sancılı ve çok gecikmeli olur. Çünkü bu basitçe traktör veya transgenetik tohum üretimi sorunu değil, mevcut kırsal üretim ve mülkiyet ilişkilerini üretkenlik artışına olanak verecek tarzda yeniden yapılandırma sorunudur. Ve gecikme ne kadar uzarsa; ki prekapitalist ilişki ve tortuların varlığı, kapitalist toprak rantı vb. nedeniyle alabildiğine uzar- kent ile kır arasındaki dengesizleşme o kadar büyür, karşıtlık o kadar keskinleşir. Burjuvazinin proletarya ve emekçi sınıfların alttan gelen hareketine karşı kırlarda gerici sınıf ve kesimlere, değer yargılarına yaslanma ihtiyacı da bu dengesizleşmenin büyümesinde rol oynar.

Kent-kır ilişkisi ve altyapı-üstyapı ilişkisi
Kapitalizmde kent-kır çelişkisi altyapı-üstyapı uyumsuzluğu sorununu da ulusal sorunu da boylu boyunca keser. Türkiye’de kırlardaki prekapitalist üretim ilişkileri ve yanı sıra küçük ve orta köylülük, rejimin başlıca toplumsal tabanı ve dayanağı, Markx’ın vurgusuyla “toplumsal belkemiği” olagelmiştir.

12 Eylül askeri-faşist darbesiyle büyük İstanbul sermayesinin iktidardaki güç ve ağırlığını pekiştirmesiyle kırlarda kapitalist ilikilerin derinleşmesinin ve yaygınlaşmasının hızlanmasının iki büyük siyasal sonucu olmuştur. Birincisi, küçük köylülüğün çözülmesinin hızlanması, rejim krizinin önemli bir dinamiği haline geldi. İkincisi Kürdistan’da yoksul köylü dinamiği temelinde devrimci Kürt ulusal hareketi ortaya çıkmasında bir etken oldu. Ancak KUKH önderliğinin yoksul köylünün toprak talebini gözardı etmesi, Kürt hareketinin siyasal-toplumsal kırılganlığında önemli rol oynadı. Faşist rejiminin Kürdistan’da korucu aşiretlerinden, Orta Anadolu ve Karadeniz’de ise küçük köylülükten dinci-gerici ve ırkçı-şovenist tampon kuşağı yaratma operasyonları da kırlarda mevcut üretim ve mülkiyet ilişkilerinin çözülmesini geciktirici, bunalımı şiddetlendirici bir etkide bulundu.

Kürt hareketinin yenilgisinin ardından, kırlardaki eski, geleneksel üretim ve mülkiyet ilişkilerini (geçimlik tarım, küçük meta üretimi, küçük mülkiyet, vb.) zorla yıkma ve sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi temelinde zorla yeniden yapılandırma saldırısının böylesine şiddetlenmesinin bir açıklaması da buradadır.

Kuşkusuz bu yalnızca iktisadi bir üretici güçler ile üretim ilişkileri çelişkisi değil, bu temelde gelişen bir siyasal-toplumsal güçler mücadelesi sorunudur. Çünkü kapitalizmde; tıpkı uluslararası ilişkilerde olduğu gibi- kent ile kır arasındaki ilişkilerde de, her dengesizleşmenin zor’dan başka çözümü yoktur. Çünkü kent ile kır arasındaki üretim ilişkilerinde her şiddetli kesinti, bir ve aynı zamanda, bu ilişkinin, hangi (kentsel ve/veya kırsal) sınıf ve kesimlerin farklılaşan çıkarları temelinde yeniden düzenleneceği sorununu ortaya atar.

Kent ile kır arasındaki üretim ilişkilerinin ve güç dengelerinin yıkıcı bir zorla çözülmesi ve yine zorla yeniden düzenlenmesi, toplumsal sınıfların ve sınıf kesimlerinin kentlerde ve kırlarda olduğu gibi, kent ile kır arasında son derece karmaşık (dikey, yatay, çapraz, vb.) ittifak ve mücadele kombinasyonlarına sahne olur.

Kent-kır çelişkisi bağlamında Cumhuriyet tarihine kısa bakış
Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi olduğu kadar toplumsal ve siyasal tarihinin ve tabii ki geleceğinin irdelenmesinde, kent-kır karşıtlarının hareketinin ihmal edilmesi, bu yüzden bağışlanmaz bir hata olur.

Kemalist burjuvazinin 1930′lardaki, devlet destekli sanayileşme girişiminin aynı hızda sürdürülemesinin nedenlerinden biri de, nüfusun yüzde 90′ını oluşturan kırlardaki kapitalizm öncesi ilişkilerin gücüydü. Kemalist burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve kır egemenleriyle gerici ittifak gereği toprak reformunu aklından bile geçirmedi, geniş köylü kitlelerine tepesine vurulup ağzından lokması alınacak “ilkel ve karanlık güruh” muamelesi yaptı.

Derinleşen bunalım ve bunun dinamiklerinden biri olarak kent ile kır arasındaki bölünme, egemen sınıflar arasındaki güç ve yeniden paylaşım mücadelesini yükseltti. Büyük toprak sahipleri ve kır egemenleri, 1940′ların sonlarında, geniş köylü kitlelerinin Kemalist zorbalığa tepkisini de yedekleyerek CHP’den ayrıldı. CHP’nin bu kez göstermelik ve biçimsel bir toprak reformunu “aklından geçirmesi” bu kopuşu tetikleyen en önemli etkendi. Demokrat Parti’nin ABD desteğiyle Kemalist burjuvaziyi geriletip, İstanbul ticaret burjuvazisini de yanına alarak hükümet olması, kır egemenlerinin iktidardaki güç ve ağırlığını artırdı. Kent ve kır egemenleri arasındaki güçler dengesinin değişmesinde, ABD inisiyatifindeki Marshall Planı ve yeni emperyalist işbölümüyle işbirlikçi tarımsal ve ticari sermaye birikiminin daha elverişli hale gelmesi belirleyici oldu.

1950′lerin sonundaki bunalımla, kent ile kır bir kez daha bölündü. Bu kez palazlanmış ticaret ve sanayi burjuvazisi, diğer kent sınıflarının da yedeklendiği bir askeri darbeyle iktidar inisiyatifini ele geçirdi. 1960 Anayasasındaki kimi kısmi demokratik haklar, kent burjuvazisinin kır egemenlerine karşı, kentli orta sınıf ve emekçilerin desteğini de alarak, sınai sermaye birikiminin önünü açma ve kent-kır ilişkisini buna göre zorla yeniden düzenleme çabasını da yansıtır. Öyle ki, bu Anayasa, yasama yürütme ve yargı sisteminde, kır’ın kente karşı ezici oy çoğunluğunu etkisizleştiren sayısız düzenlemeyi de içermekteydi!

1946-50 ve 1959-63 dönemleri, kent ve kır emekçi sınıflarının derin hoşnutsuzluğunu da birbirine karşı yedeklemeye çalışan kent ve kır egemenleri arasında, sert güç ve egemenlik çatışmalarına sahne olmuştur. Ve galipler, kent ile kır arasındaki üretim ve egemenlik ilişkisini (üretici güçlerin gelişme düzeyinin de dayattığı biçimde) kendi gelecek çıkarları temelinde zorla yeniden düzenlemişlerdir.

Türkiye kapitalizminde kent-kır çelişkisinin böylesine keskin biçimlerde seyredegelmesinin en kötü sonucu, kent emekçileri ile kır emekçileri arasındaki rekabet ve bölünmelerdir. 60′lı ve 70′li yılların sonlarında işçi sınıfı ile yoksul köylülük arasında yer yer yakınlaşmalar olsa da güçlü bir ittifak geleneği yaratılamamıştır. Bunun başta gelen nedeni, kuşkusuz proletaryanın yoksul ve emekçi köylülüğü de peşinden sürükleyebilecek güç ve süreklilikte bir yükselişi, iktidar perspektifini ortaya koyamamasıdır. Proletaryanın kır emekçilerini yönlendirmeyi Demokrat Parti’den itibaren, sınırlı kesitler ve etkiler dışında kır egemenlerine “kaptırmış” olması, süregiden derin bir handikaptır. Öyle ki, kent ve kır emekçilerinin kapitalist kent-kır karşıtlığı temelinde bölünmesi, egemen sınıfların çıkarları açısından bölünmeye denk düşüyor; yakın yıllara kadar büyük kent işçilerinin ağırlıklı olarak CHP ve ardılı partilere, kır emekçilerinin ise ağırlıklı olarak AP, MSP, MHP veya ardılı partilere tabi olmasında kendini gösteriyordu. Bugün kent proletaryasının sendikal örgütlülüğünün de çözülmesiyle birleşik olarak, kent varoşlarını işçi ve işsizler olarak dolduran dünkü kır emekçilerinin çözümü AKP’de, tarikatlarda vb. araması, geçmişten bağışık değildir.

Devam edelim; 60′ların sonlarında kentte işçi, alt orta sınıf ve devrimci hareketin, kırlarda yoksul köylü hareketinin yükselişi karşısında, kent burjuvazisi bir kez daha kır egemenlerine yaslandı. 60′ların sonlarındaki ekonomik kriz aynı zamanda, halen ticari sermaye yanı ağır basan son montaj sanayinden sanayi sermayesinin ağır basmasına geçiş süreciydi. Büyük ticaret ve sanayi burjuvazisi, bu sıçramayı gerçekleştirmek ve sınai yatırımlarını geliştirmek için kırsal artı-emeği büyütmek ve yeniden paylaşımını sağlamak arayışındaydı. Ancak kapitalist ve feodal büyük toprak sahipleriyle ittifak zorunluluğu, mevcut kırsal üretim ve mülkiyet ilişkilerinin “geriletilmesi” ile “korunması” arasında bir yerlerde kalarak, krizi 70′li yıllarda derinleştirici bir rol oynadı. 12 Mart cuntacıları bir ara kır egemenlerinin gücünü daha “radikal” biçimlerde törpülemeye bile yeltendiler. Nihat Erim hükümetine alınan 11 bakanla kısmi bir toprak reformu tasarısı hazırlandı. Ancak sınıfsal güç dengelerinin elvermemesi nedeniyle geri adım atarak hamlelerini zamana yayma yolunu tercih ettiler.

Konumuzla ilgili yönüyle 12 Eylül askeri-faşist darbesine gelince, o kent merkezli büyük burjuvazinin kırlar üzerindeki nihai denilebilecek “zaferini” tescil etmiştir. Kuşkusuz bu da düz bir çizgide ilerlemedi. Kürt hareketinin devrimci yükselişi onu, kırdaki eski üretim, egemenlik ve mülkiyet ilişkilerini nisbeten korumaya, hatta yer yer restore etmeye zorladı. İkincisi, kent ile kır arasındaki üretim ve paylaşım ilişkisinin eski düzeneği (Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri, Ziraat Bankası, DSİ, Köy Hizmetleri, Zirai Donatım Kurumu, TMO, Tarıma dayalı KİT’ler, Tarım Orman ve Köy İşleri Bakanlığı, Devlet Üretme Çiftlikleri, Ziraat Odaları, vb.) içinde yuvalanmış ve kaymağını yiyen irili ufaklı kır patronları ve asalaklarının, 2001 krizinde olduğu gibi çok sıkıştıklarında emekçi köylülüğü de yedeklemeye çalışarak -bu düzeneğin tasfiyesine karşı azımsanmayacak direncidir.

Ancak tarihsel eğilim, emperyalist ve tekelci sermayenin kırlardaki egemenliğinin pekişmesi ve derinleşmesi yönündedir. Bu günümüz Türkiye’sinde artık çıplak gözle de görülebilen bir gelişmedir. Bu eğilim, kırlarda geleneksel üretim ve mülkiyet ilişkilerinin yıkımı karşısında (büyük toprak ve modern çiftlik sahipleri dışındaki) zengin köylülerin bile tarımdan çıkıp ellerindeki birikim ile fason sınai KOBİ’ciliğe yönelmeye çalışmasından da kolayca görülebilir.

Kent-kır ilişkisi de “yeniden yapılanıyor”
Kırlardaki eski üretim, egemenlik ve mülkiyet ilişkileri ve yanı sıra, kent ile kır, sanayi ile tarım arasındaki eski ilişkiler zorla yıkılmakta ve doğrudan tekelci kontrol temelinde zorla yeniden düzenlenmektedir. Başka deyişle tarımsal girdiler ve teknoloji, tarımsal üretimden artı-emek çıkarma ve aktarma biçimleri, tarımsal artı-ürün üzerindeki mülkiyet ve egemenlik biçimleri, en sonu denetleyeni, egemeni ve sahibi değişmektedir. Tarım, artık tümüyle emperyalist ve en büyük işbirlikçi kimya-genetik-gıda tekellerinin azami kar arayışı ekseninde yeniden düzenlenmektedir. Yeni emperyalist işbölümünde Türkiye’ye biçilen rol, tarım ve gıda sektörü açısından da belirginleşmektedir.

80′li yıllardan itibaren Koç, Sabancı, Tekfen, Yaşar gibi en büyük sermaye grupları, emperyalist tarım ve gıda tekelleriyle ortaklıklar kurarak, özelleştirilen tarımsal KİT’leri satın aldılar. GAP bünyesindeki en verimli toprakları kapattılar, sözleşmeli çiftçilik uygulamasını geliştirdiler. Giderek büyüyen ölçeklerde et, süt ve mamülleri üretimi, gıda paketlemesi, sebze ve meyve işlemesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve yarı hazır gıda üretimi, çerez üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği (hipermarket zincirleri) gibi alanlarda yoğunlaştılar. Tarımsal girdiden son tüketiciye kadar entegre tarım-gıda tekelleşmesi boyutlandı. Yanı sıra, gübre, tohum, tarım ilaçları, et ve balık, süt, giderek sebze ve meyve, tahıl ve ürünleri… ithalattan ihracata ve üretimine kadar kartelleşmeye başladı. (GÜD, TTED, TISIT, TARMAKBIR, SETBIR, TEBD vb.) Dünya Bankası’nın yönergeleriyle oluşturulan tarımsal üst kurullar da, bu tekel ve karteller tarafından oluşturulmakta ve tarımda doğrudan emperyalist-tekelci azami egemenlik düzenlemeleri gerçekleştirilmektedir.

Peki tarım ve bağlantılı sanayilerin emperyalist ve işbirlikçi tekeller bünyesine genişleyen ölçekli bütünleşmesi, kent ve kır arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırır mı? Kapitalizm koşullarında hayır, tam tersine şiddetlendirir. Emperyalist yönergeler Türkiye’de tarımsal nüfus oranının 15 yılda yüzde 35′ten yüzde 10′a düşürülmesini “değerlendirmektedir”. Bu gibi bürokratik ve ruhsuz rakamlar arkasında ne büyük bir toplumsal yıkım, felaket ve fırtınanın saklandığı iyi görülmeli, sınıf kini bilenmelidir!

Kaldı ki, nüfusun kentlere istiflenmesi de, kent ile kır arasındaki çelişkiyi çözmez, kentleri “megaköy”e çevirip onun içine taşır. Diğeri, kapitalizmde büyük-tekelci ölçekli, sermaye yoğun tarım da toprağın canlılığını olağanüstü bir hızla tüketip uzun yıllar kullanılamayacak bir harabeye çevirir. Geleneksel tarımın yıkılması ve tekelci yeniden yapılandırılmasının bir sonucu da, tarım üreticisinden sökülen karşılıksız emek büyürken temel gıda ürünlerinde son 15 yılda 3-4 katı bulan gerçek fiyat artışlarıdır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder