Antik Çağlarda Doğu Karadeniz - AHMET MİCAN ZEHİROĞLU
Sislerle çevrelenmiş bir tarih aydınlanıyor."Antik Çağlarda Doğu Karadeniz", Ahmet Mican Zehiroğlu'nun yıllardır sürdürdüğü alışmaların sonuçlarından biridir. Dönemle ilgili bilinen belli başlı kaynakların, eski Yunanlı, Romalı ve Bizanslı tarihçilerin, seyyahların kitaplarından yola çıkılarak başlayan araştırma süreci, Zehiroğlu'nu dönemin kalıntılarından, Kolkhis uygarlığına ait sikkelerin incelenmesine kadar götürdü. Urartu Kitabelerinde Kolkhis'le ilgili buluntularla başlayan "Antik Çağlarda Doğu Karadeniz" Kolkha Krallığı ve Lazi Krallığı hakkında bugüne kadar Türkiye'de yayınlanmış en kapsamlı çalışmadır. Tarihi, bugünü aydınlatan bilim olarak görenler, bir zamanlar Doğu Karadeniz'de neler oluyordu sorusunun karşılığını, tümüyle orijinal kaynaklara dayanan bilgilerle alacaklar.
Giriş
Karadeniz’in doğu sahilleri ile ilgili ilk yazılı kayıtlar Urartu dönemi ile başlar ve bu dönem, aynı zamanda bölge yazılı tarihinin de başlangıcı sayılır. Bölgenin tarih öncesi dönemine atfedilen efsanelerde, adından sıkça söz edilen gizemli Kolkhis diyarı; antik çağ tarihçilerinin tanıklıklarıyla, efsanelerin ötesinde, tarihsel bir gerçeklik olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Yazılı tarih sürecine ait bu belgeler, Doğu Karadeniz’le ilgili günümüze dek ulaşan etnik tanımlamaların ve yerel coğrafi terimlerin tarihsel köklerine de ışık tutmaktadırlar.
Antik çağda, Doğu Karadeniz sahillerinin kültürel yapısını tanımlamak için kullanılan en yaygın ifade Kolkhi terimidir. En az bin yıllık bir zaman diliminde geçerliliğini koruyan bu terim, Bizans dönemiyle birlikte, yerini Lazi terimine bırakmıştır. Her iki terim de tarihsel sürecin büyük bir kısmında, birer kabile ismi olmalarının ötesine, bölgeyi bir bütün olarak ifade eden tanımlamalar olarak algılanmışlar ve o anlamda kullanılmışlardır. Aynı fonksiyonu ile günümüze dek ulaşan Laz teriminin, öncülü olan Kolkhi teriminin yerini alması ve etnik bir terim olmanın ötesine geçip bölge kültürünü ifade eden genel bir tanımlama haline dönüşmesi, yüzlerce yıllık bir süreçte kullanılmıştır.
Antik kaynaklarca aktarılan son derece sağlam tarihsel kayıtlar ve tanıklıklar, bu terminolojik dönüşümü net bir şekilde ortaya koymaktadır. Örneğin, MS 6.yüzyılda Doğu Karadeniz’ibizzat gezip, elde ettiği bilgileri ve gözlemlerini kaydeden Bizanslı tarihçi Agathias, bu durumu kesin bir dille ifade etmektedir; “Lazika’da yerleşik olanlar, eskiden Kolkhiler olarak bilinirlerdi ve bu Lazlar ile Kolkhiler de anı halktır” (Agathias II.18.4)
Aynı dönemin bir başka Bizanslı yazar, Lydus da; yakın zamana kadar “Kolkhida” olarak bilinen ülkenin, kendi döneminde “Lazika “olarak adlandırıldığını yazar ve Lazlardan bahsederken, kendisi de “Kolkhi” terimini kullanmaktadır. Geçmişi antik dönemlere dek uzanan bu terminolojik dönüşüm süreci, tarihsel belgelerin ve tanıklıkların ışığında değerlendirildiğinde, yerli Dğu Karadeniz kültürünün, özünde tamamen kendi coğrafyasına ait özgün ve otokton bir kültür olduğu ortaya çıkmaktadır. Kendi yazılı geleneği olamayan ve bu nedenle, yazılı tarih süreci oldukça geç denilebilecek dönemlerde başlayan Doğu Karadeniz Bölgesi, tarih öncesine ait tüm bilinmeyenleri ve gizemleriyle birlikte, kendi coğrafyasına özgü portak ayırtedici özelliklerini ve farklılıklarını günümüzde de bünyesinde barındırmaya devam etmektedir. Doğu Karadeniz kültürünün bilimsel açıdan tahlil edilebilmesi, öncelikle bölgenin tarihsel gelişim sürecinin gün ışığına çıkartılabilmesiyle mümkündür. Bu sürecin aydınlatılması da ağırlıklı olarak, rivayetlere ya da söylencelere dayanan varsayımlarla değil: doğrudan bölgeye ilişkin tanıklıkları aktaran antik kaynaklar ve yazılı belgeler esas alınarak gerçekleştirilmelidir.
URARTU KİTABELERİ (Sf-14,15)
Doğu Karadeniz’e Kolkha isimli bir ülkenin varlığından söz eden en eski yazılı belge, MÖ 764 yılında Urartu kralı olan, Sarduri II’nin dönemine ait bir kitabedir. Bugünkü Van gölü civarında kurulan ve en güçlü döneminde egemenlik alanını, kuzeyde bugünkü Kars ve Ardahan bölgelerine kadar ulaştırdığı bilinen Urartu Krallığına ait bu kitabede, kral Sarduri II’nin seferleri anlatılırken, kuzeydeki Qulha isimli bir ülkeden ve Qulha halkından da bahsedilir; “Qulhai halei =Qulha halkı”. Urartu dili ve tarihi uzmanları, bu ülkenin, antik batı kaynaklarında da adı geçen, Doğu Karadeniz’deki “Kolkha ülkesi” olduğu konusunda hemfikirdirler. En önemli Urartu dili uzmanlarından birisi olan, G.A.Melikkişvili de “Qulha” olarak okunan bu sözcüğün “Kolha” olarak da okunabileceğini belirtmektedir [ Diakonoff, I.M. ve Kashkai, S.M.(1981); Melikişvili, G.A. (1971)
Söz konusu kitabede, Sarduri II tarafından istila edilen, Qulhalıların İldamuşa isimli başkentlerinden de söz edilmektedir; “İldamuşa kenti, Qulhai halkının kralı olan .....’nın krallık şehri...” [Bu kralın ismi çözümlenememiştir]
Tüm bu ifadelere rağmen, Urartuların Kolkha ülkesinin tarihsel merkezi olan Phasis nehrine kadar ilerleyebilmiş olmaları pek mümkün görünmemektedir. Zira, bu kayıtlarda Urartuların Karadeniz’i gördüklerine dair bir belirti yoktur. Karadeniz boyutunda bir denizle ilk kez karşılaşacak olan Urartuların böylesine bir olayı kayıtlarında mutlaka belirtmiş olmaları gerekirdi. Ayrıca bölgedeki feodal yapının, o dönemde merkezi devlet organizasyonu düzeyine ulaşıp ulaşmadığı da oldukça şüphelidir. Şu ana kadar elde edilebilen arkeolojik bulgulara göre, Kolkla’da merkezi devlet örgütlenmesi geleneği, oldukça geç dönemlerde, özellikle İran ve Grek kültürleri ile kurulan ilişkiler sonucu oluşmaya başlamıştır [Tsetskhladze, G.R. (1994)]. Sonraki çağlara ait tarihsel verilerde de görüleceği üzere, komünal imece toplumu yapısının terkedilip, ilk feodal toplum belirtilerinin ortaya çıkması bile, özellikle içkesimlerdeki dağ kabilelerinde oldukça geç dönmelerde gerçekleşmiştir.
Bütün bu bilgiler ışığında, Sarduri II’nin kitabesinde geçen “İldamuşa” isminin, gerçekte, merkezi Kolkha’nın başkentini değil, Kolkha kültürü içindeki feodal oluşumlardan birini ve muhtemelen de, bir sınır derebeyliğini ifade ediyor olması, daha güçlü bir ihtimaldir. Kapancyan isimli araştırmacı da, İldamuşa adıyla geçen yerleşimi, bugünkü Ardanuç kasabası civarında konumlandırmaktadır. [Melikişvili, G.A. (1971)]. İldamuşa ve Ardanuç isimleri arasındaki morfolojik yakınlık, bu tezi oldukça güçlü kılmaktadır. Zira, Güneybatı Kafkas dillerinin ses değişim kuralları ve gramer özellikleri dikkate alındığında; her iki sözcük de, ortak bir ismin iki farklı türevi gibi görülmektedir.
Bölgede, ilk Yunan ticaret kolonilerinin kurulmasından çok daha öncesine ait olan bu kitabenin kayıtları, efsanelerin ötesinde, “Kolkha” isimli bir ülkenin gerçekten de var olduğunu gösteren en eski yazılı kayıtları günümüze ulaştırmıştır. Aynı yüzyılda yaşamış olan Yunan ozanı Eumelos’un günümüze ulaşan dizelerinde de “Kolkis ülkesi” ifadesinin geçiyor olması, Yunanlıların da bu yüzyılda Kolkha ülkesinin varlığından haberdar olduklarını göstermektedir. [Tsetskhladze, G.R. ve Vnukov, S.Y. (1992)
KOLKHA KRALLIĞI (Sf.17-21)
Arkeolojik bulgular, Yunanlı tüccarların, yerli halkla alışveriş yapmak için oluşturdukları geçici küçük Pazar yerleri dışında, bölgede gerçek anlamda kalıcı ticaret kolonileri kurmalarının, çok daha geç dönemlerde gerçekleştiğini göstermektedir. Geç bronz çağından sonraki zamanlarda da uzunca bir süre, coğrafi izolasyon nedeniyle, nispeten diğer kültürlerde kopuk bir tarih süreci yaşayan Kolkha kültürü, oldukça geç sayılabilecek dönemlerde dışa açılmaya başlamıştır.
Pers imparatoru Kyrus II’nin MS 546 yılında gerçekleştirdiği Lidya seferinden bahseden ve o çağlarda yaşayan kralların sahip sahip oldukları zenginliklere değinen Plinius, bu zengin krallar arasında Kolkha ülkesinin Saulak isimli kralına da yer vermiştir;
“Aiete’nin soyundan gelen Kolkhis kralı Saulak, Suani bölgesinde ve diğer bölgelerde sahip olduğu el değmemiş geniş arazilerde, büyük miktarlarda altın ve gümüş madeni elde etmişti. Onun krallığı ayrıca ‘Altın Post’ nedeniyle de meşhurdu.” (Naturalis Historia XXXIII.xv) [Rackham, E. (1952)]
Plinus’un aktardığı bu bilgi, Saulak isimli kralın muhtemelen Kyrus döneminde ya da önceki çağlarda Kolkha ülkesinde hüküm sürdüğü izlenimini vermektedir. Kolkha sikkeleri konusunda önemli bir uzman olan G.F.Dundua, Karadeniz’in kuzey sahillerinde elde edilen Kolkha menşeli sikkeler arasında, üzerinde kısmen okunabilen “Kral Sau...” şeklinde bir ibare yer alan sikkenin, kral Saulak dönemine ait olabileceğini ifade etmektedir.[ Golenko, K.V. (1972); Braund, D. (1994)]
Arkeolojik bulgular da, Kolkha ülkesinde merkezi bir devlet örgütlenmesinin, bu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olabileceğini göstermektedir. Muhtemelen, bu yıllarda güçlü bir krallık çatısı altında birleşen Kolkha derebeylikleri doğu komşuları olan güçlü İran Akhamenid İmparatorluğu’nun sınırları dşında bağımsız bir devlet olarak varlıklarını devam ettiremişler, ama aynı zamanda İranlılarla yakın ittifak ilişkileri içinde olmuşlardır. [Tsetskhladze, G.R. (1993)]. Aynı döneme tarihlenen eski bir Kolkha sikkesinde, yerde uzanmış ve ağzı açık bir şekilde başını arkaya dönmüş olan bir arslan tasvir edilmiştir. [Head, B.V. (1911)]. Pers egemenliği dönemindeki Milet sikkeleri ile benzerlik gösteren bu örnekler, kolkha ülkesinin o yıllardaki ekonomik ve siyasi etkinliğiyle birlikte, karşılıklı kültürel etkileşimlerini de yansıtmaktadır. [Tsetskhladze, G.R. (1994)].
Doğu Karadeniz sahillerinde ilk Yunan ticaret kolonlerinin kurulması da yine aynı döneme rastlamaktadır. Bölgedeki en önemli iki ticaret kolonisi, Trapezus ve Dioskuria, farklı yazılı kaynaklarda geçmişi daha eski dayandırılırsa da, gerçekte bu yüzyılda kurulmuşlardır. Dioskuria kenti civarında, bugünkü Krasny Mayak yakınlarında yapılan kazılarda elde edilen, Yunan yerleşimine dair en eski arkeolojik bulgular, bu yüzyılın ortalarına aittir. [Lang, D.D. (1955)].
Mö 500’lü yılların sonuna doğru yazıldığı tahmin edilen [Wiesner,A.(1994)] Hekateus’un “Periegeseis” isimli coğrafya eserinde de, Kolkha ülklesinden ve Kolkhalılardan bahsedildiği bilinmektedir. Ancak, bu eserin günümüze ulaşabilen parçalarında, Doğu Karadeniz sahillerinde, o yıllarda var olduğu bilinen Trapezus kolonisi dışında, daha doğuda herhangi bir Yunan koloni yerleşiminden bahsedilmemktedir.[Koshelenko, G.A. ve Kuznetsov, V.D. (1996)]
M.Ö. 481 yılında Yunanistan seferine çıkan Pers kralı Kserkes’in mütefiklerini sıralayan Heredot, bu sefere katılan bir Kolkha birliğinden de söz eder. Ona göre Kolkhalılar da, ağaçtan yapılmış miğferler, ham deriden yapılmış küçük kalkanları, kısa mızrakları ve eğri kılıçları ile bu sefere katılan kavimler arasında yer almışlardır.[Ökmen,M.(1991)]
MÖ 440’lı yıllarda yazıldığı tahmin edilen, ünlü ve bir o kadar da tartışmalı eserinde Heredot, verdiği önemli bilgilerin yanında, çelişkili yorumları ve hatalı bilgileri ile tarihçilerin işini oldukça zorlaştırmıştır. [Age; Marincola, J. 1994] Bizzat görmediği halde, Kolkha ülkesi ve Kolkhalıların kökeni ile ilgili yorumlar da yapan Heredot, kitabının bazı bölümlerinde, muhtemelen isim benzerliği nedeniyle, onları Afrikalı bazı kabilelerle karıştırmıştır.[Aithiopia (<>Aietia?) Benzer isim karışıklıklarına sonraki çağlarda da rastlanmaktadır. (Afrika kaynaklı “Libyan Kolkhian” ve “Aethiopia” terimleri de bu terminolojik karışıklıkla ilişkili gibi görünmektedirler)].
Heredot’un Kolkha ülkesi ile ilgili aktardığı rivayetlerden sadece bir kısmı, doğrulanabilir niteliktedir. Kolkha ülkesindeki keten dokumacılığından söz eden Herodot, Pers imparatorluğu sınırları dışında olmalarına rağmen, onların da beş yılda bir, imparatora armağan olarak 100 genç kız ve 100 genç erkek gönderdiklerini bildirmektedir. [Okmen, M. (1991), Rawlinson, G. (1862).
HİPPOKRAT’IN PHASİS NOTLARI (Sf.22-26)
Herodot’un çağdaşı olan Hippokrat ise, onun aksine, Phasis bölgesiyle ilgili olarak; duyumlarını ve tahminlerini değil, doğrudan kendi gözlemlerini aktarmıştır. Phasis bölgesinin oldukça gerçeğe yakın coğrafi bir tasvirinin yapıldığı bu çalışmada, bölge insanları ile ilgili gözlemler ve tasvir edilen ortam, muhtemelen yazarın, bölgede sıtma gibi oldukça ciddi bir salgın hastalığın koşullarına ve belirtilerine şahit olduğu göstermektedir. [Braund, D. (1994)]
“Phasis’in yerlilerine gelince; onların memleketleri; sıcak, rutubetli, bataklık ve ormanlıktır; her mevsim şiddetli yağmurlar olur; bölge sakinlerinin yaşamları, bataklıkların arasında geçer; çünkü onların evleri, suların üzerinde, ağaçtan ve kamışlardan inşa edilmiştir. Şehre ya da pazara nadiren yürüyerek giderler, ama daha çok tek parça ağaçtan yapılmış kanolarıyla, nehirde yukarı aşağı seyehat ederler. Zira nehirde pek çok kanal vardır. Onlar, güneşin altında çürümüş olan yağmur suyu birikintilerinin, sıcak ve durgun olan sularını içerler. Phasis, tüm nehirlerin en durgunudur ve sakince akar. Burada yetişen tüm meyveler zararlıdır. Zira, aşırı miktarda su ve tüm ülkeye yayılmış bu sulardan kaynaklanan yoğun buhar yüzünden güçsüz kalan v egelişmeyen filizler, yine aynı nedenlerle, tam olaral olgunlaşamazlar. Bu sebeplerden dolayı Phasisliler, geniş bedenleri ve tombul yapıları ile diğer tüm insanlardan farklı bir görünüşe sahiptirler, öyleki, şişmanlıktan eklemleri ve damarları bile görülmez. Renkleri sarılık hasytalığına yakalanmışçasına soluk benizlidir. Temiz olmayan sisli ve rutubetli bir atmosferi soludukları için bu nsanların tamamı oldukça kaba seslidir, ayrıca onlar doğal olarak bu ağır bedenlerini yormamak için oldukça uyuşuk davranırlar. Mevsimler arasında sıcaklık açısından çok az farklılıklar vardır. Rüzgarları genellikle güneyden eser ve bu ülkeye has özellikler gösteriri. Bu rüzgarlar, bazı zamanlarda kuvvetli eserler, oldukça sert ve şiddetidirler, onlar buna “rüzgar senkronu” derler. Kuzey rüzgarı ise onlara zor ulaşır ve estiği zaman da oldukça zayıf ve yumuşaktır...” (Hippokrates; havalar, sular ve yerler hakkında, 15) [Jones, W.H.S.(1923)]
Hippokrat’In bu gözlemlerini Phasis’in hangi kesiminde yaptığı bilinmemekle beraber, elde edilen arkeolojik bulgular, bu yüzyılın son çeyreğinde, Kolkha kültürünün yüksek bir üretim seviyesine ulaştığını ve merkezi feodalizmin diğer uygarlıklarla karşılaştırılabilecek düzeyde gelişmiş olduğunu göstermektedir. Nispeten izole bir yaşam sürmeye devam eden dağlı kabilelerden farklı olarak, merkezi Kolkha’dai ova kültürü; Yunan ve Pers kültürleriyle güçlü bir etkileşim içinde gelişerek, yabancı Paganist ögeler ile yerli “Güneş Tanrı” ve “Ana Tanrıça” kültlerinin farklı sentezlerini ortaya çıkarmıştır.
Bu nedenledir ki, ithal güneş tanrıları “”Helios” ve “Apollon” ile birlikte “Artemis” ve “Athena” tanrıçaları, oldukça geç dönemlere kadar, bu topraklarda en az kendi anavatanlarında olduğu kadar itibar görmüşlerdir. Kuzeyde Azak denizinin doğu kıyısında, Kuban nehri havzasında bir öyük mezarda bulunan ve yine yıllara tarihlendirilen gümüş bir kabın üzerinde “Ben Phasis’de bulunan tanrı Apollon’Un kuluyum” yazısı okunmaktadır. Geyik başlarıyla ve yılan motifleri ile süslenmiş olan bu eserin Kolkhalı bir sanatkarın ürünü olduğu tahmin edilmektedir. [Tsetskhladze, G.R. (1994)]. Güneş Tanrı ve Ana tanrıça geleneğinin eski Kolkha kültüründeki yeri ve önemi henüz tüm derinliği ile açığa çıkartılmamış olsa da; özellikle Yunan mitolojisinde, eski Kolkha krallarının, Güneş Tanrısı’nın soyundan geldiklerine inanılması ve bölgeyi referans alan Amazon söylenceleri, antik Kolkha mitolojisine dair önemli ipuçları içermektedir.
Aynı döneme ait Kolkha yapımı çanak çömlek ürünlerinin miktarı ve yaygınlığı da, bölgedeki ekonomik yapının üst düzeyde gelişimini göstermektedir. [Tsetskhlazde, G.R ve Vnukov, S.Y. (1992)]. Kolkha yapımı çanak çömlelere, önemli bir ihraç ürünü olarak, ülke dışındaki topraklarda da rastlamak mümkündür. Karadeniz’in kuzey kıyılarında Don nehri havzasında yapılan arkeolojik kazılarda, bu dönemlere ait Kolkha yapımı çanak ve çömlek örneklerine rastlanmıştır[Brashinskii, I.B. (1980)].
Ekonomik ve kültürel gelişimin doğal sonucu olarak gelişen ülkeler arası ticaret, kültürler arası etkileşime de zemin hazırlamıştır. Doğuda İran kültürü ile, Karadeniz sahillerinde de Yunan ticaret kolonileri ile kurulan ilişkiler, Kolkha kültürünün gelişim sürecinde önemli etkiler yaratmıştır.
Bugünkü Kobuleti kasabası civarında bulunan, aynı yüzyıla ait bir Kolkha mezarlığında yapılan arkeolojik incelemelerde, o dönemde bölgenin kültür dokusunda meydana gelen değişikliklere ilişkin ipuçları elde edilmeye çalışılmıştır. Buna göre 167 mezarın 42 tanesinde, cenaze güneşin doğuşu istikametine doğru gömülmüştür. 19 mezarda toplam 49 tane sikke bulunmuş olup, Sinope kaynaklı bir sikke dışında, diğerlerinin tamamı Kolkha sikkesidir. Sadece 6 mezarda çanak ve çömlek kalıntıları bulunmuştur ve bunlar Ege kaynaklıdır. Yine sadece 2 mezarda silah araç gereçleri bulunmuştur; bunlardan birinde bir ok ucu, diğerinde ise üç tane demir mızrak ve altı tane bronz ok ucuna rastlanmıştır. Bu yıllarda, yerli Kolkhalı asilzadeelere ait mezarlarda, kendi yazı dilleri olmamasına rağmen Grek harfleri ile ölen kişinin isminin kazınmış olması bu kültürel etkileşimin ilk belirtisidir. Örneğin, Kolkha’nın kuzeydoğu kısmında, Sairjke civarında bulunan ve yine aynı yüzyılda yaşamış Kolkhalı savaşçılara ait olduğu sanılan mezarlardan birinin üzerinde, ölen savaşçının ismi, Grek harfleri ile “Metos” olarak yazılmıştır. [Tsetskhladze, G.R. (1994)].
Yine bu döneme ait çok sayıda Kolkha sikkesi örneklerinin günümüze kadar ulaşmış olması, ülkede merkezi bir krallığın hüküm sürmeye devam ettiğini göstermektedir.
Yüzyılın sonunda, İran seferinden dönmekte olan bir Yunan ordusuyla birlikte bugünkü Trabzon bölgesinde yaklaşık bir ay konaklayan Xenophon da bunu doğrulamakta ve o sıralar Phasis bölgesinde Aiet’in soyundan gelen bir kralın hüküm sürdüğünü bildirmektedir. Güçlü ve bağımsız bir merkezi bir yönetime sahip olduğu anlaşılan Kolkha’nın aynı zamanda da zengin bir ülke olduğu, yine Xenophon’un notlarından anlaşılmaktadır. Zira, normalde Trapezus üzerinden deniz yolu ile Yunanistan2a geri dönmeyi amaçlayan Yunanlı komutanlar bir süre sonra sonra fikir değiştirerek, daha doğudaki Kolkha krallığını istila etmeyi karar vermişler, ancak askerlerini ikna edemediklerinden dolayı bu düşüncelerini gerçekleştirememişlerdir. [Gökçöl, T. (1974)].
XENOPHON’UN NOTLARI (27-33)
Xenophon, Anabasis isimli esrinde, Doğu seferinden dönen bir Yuan ordusunun, Doğu Anadolu’yu güneyden kuzeye geçerek MÖ 400 yılında [Glombiowski,K.(1994)] Karadeniz’e ulaşmasını ve oradaki Yunan kolonilerinin yardımıyla Yunanistan’a geri dönmesini anlatır. Tarihe “Onbinlerin Dönüşü” olarak geçen bu seferin tüm ayrıntlı kayıtları, bu sefere katılan Xenophon tarafından tutulmuştur. Xenophon’un kendi gözlemlerine dayanan bu kayıtlar, yerli halkı Kolkha kültürüne mensup olan, ancak Kolkha krallığı sınırları dışında kalan, bugünkü Trabzon bölgesine dair en eski ve en ayrıntılı tarihsel verileri içerir. Yazarın bölgeye ilişkin gözlemlerinin son derece gerçekçi ve tutarlı olması nedeniyle, bu çalışma, bölgeyle ilgili en güvenilir antik yazılı kaynak niteliğini taşımaktadır.
Xenophon’a göre; aylar süren yürüyüş sonunda, bugünkü Bayburt yakınlarında olduğu sanılan Gymnias isimli kente vardıklarında, kendilerine, Zigana dağlarını aşarak Karadeniz’e ulaşmalarında yardımcı olacak bir kılavuz temin etmişler, o da onlara, beş gün içinde denizi görebilecekleri konusunda söz vermiş ve sözünü tutmuştu.
“...Beşinci gün Thekes isimli dağa vardılar. İlk askerler doruğa varır varmaz büyük bir çığlık yükseldi. Xenophon ile artçılar bunu işitince cephenin de saldırıya uğradıüğını sandılar. Çünkü kendilerini, yakmış oldukları bölgenin halkı izliyordu. Hatta artçılar bir pusuda bunlardan birkaçını öldürmüş ve tutsak almışlar, yirmi kadar işlenmemiş öküz derisiyle kaplı kalkan ele geçöirmişlerdi.... Ama çok geçmeden askerlerin ‘Deniz, deniz’ diye haykırdıkları duyuldu. (...) Tüm askerler doruğa varınca, komutanlar gözleri yaşararak birbirlerini kucakladılar.” (Anabasis 4.7.2112) [Gökçöl, T. (1974)].
Burada sözü edilen Thekes dağı, bugünkü Trabzon ilinin güneydoğusunda yer alan, Madur tepesi olmalıdır. Zira, Bayburt Trabzon güzergahında, denizin görülebileceği en uygun mevki Madur tepesidir. Yunan ordusu bu tepeyi geçtikten sonra Ziganaların kuzey yamaçlarından aşağı, Trapezus kentine doğru ilerlemeye devam etmiş olmalıdır. İlk karşılaştıkları Doğu Karadenizliler, yüksek kesimlerde yaşayan ve Xenophon’un “Mkarın” adıyla kaydettği kabiledir;
“... Sorgun ağacından kalkanlarla ve mızraklarla silahlandırılmış olan ve kıldan elbiseler giyen Makronlar ırmak geçidinin öbür kıyısında savaş düzeninde beklemekteydiler; birbirlerine cesaret veriyor ve ırmağa taş savuruyorlardı. Attıkları taşlar Yunanlılara erişemiyor ve hiç bir zarar vermiyordu. O zaman Atina’da kölelik ettiğini söyleyen bir asker, Xenophon’un yanına gidip bu halkın dilini bildiğini söyledi. ‘Sanırım burası benim anavatanım. Bir sakıncası yoksa onlarla konuşmak isterim’ dedi. Xenophon ‘Hiç bir sakınca yok. Haydi konuş onlarla ve önce kim olduklarını öğren’ dedi. Asker soruyu onlara sordu.” Makronlarız” diye cevap verdiler. Xenophon “şimdi de bize karşı neden savaş düzenine girdiklerini ve neden bize düşman olmaya gerek duyduklarını sor” dedi. Çünkü ülkemizi istila ediyorsunuz” diye cevap verdilker”. (Anabasis, 4.8.36) [Age]
Xenophon’un Makron’ olarak yazdığı bu isim, daha sonraları yanlış olarak Yunanca “Makro” sözcüğüne bağlanmıştır. Oysa bu noktada çok önemli bir ayrıntı gözden kaçırılmıştır. Zira bu kabile, Yunanlılarla tercüman aracılığıyla konuşmuş ve Xenophon onlara kendi isimlerini sorduğunda; aldığı yanıtı “makron” olarak kaydetmiştir. Yunanca bilmeyen bu insanların kendilerine Yunanca isim verdikleri düşünülmeyeceğine göre, “Makron” olarak kaydedilen bu isim, yerli bir ismin Yunanca formunda yazılmış şekli olmalıdır. Xenophon’a göre; Yunanlılar Makronlar’a amaçlarının istila değil denize ulaşmak olduğunu söylemişler ve onların geleneklerine göre mızraklarını karşılıklı değiştirerek Tanrıların tanıklığında barış yapmışlardı. Makronlar da kendilerine yol açarak sahile ulaşmalarına yardım etmişlerdi. Ancak daha aşağıda sahile yakın kesimlerde yaşayan yerli halk, Yunanlılara Makronlar kadar dostça davranmamıştı. Xenophon’Un “Kolkhiler” olarak tanıttığı bu insanlar, Yunanlıları tuzağa düşürmüşler ve terk ettikleri köylerinde bol miktarda zehirli bal (deli bal) bırakarak, Yunanlıların kitle halinde komaya girmelerine sebep olmuşlardı. Yunanlılar ölümcül bir etkisi olmayan bu balın etkisinden ancak üç dört gün sonra kurtulup yollarına devam edebilmişlerdi. Daha sonra iki günlük bir yürüyüşle Trapezus’a ulaşan Yunan ordusunun erzak sıkıntısına düşmesi ve bu nedenle yerli halka saldırarak köylerini yağmalaması da, Anabasis’te ayrıntılı şekilde anlatılmıştır;
“...Karadeniz kıyısındaki Trapezus, Sinope’nin Kolkhilerin ülkesindeki kolonisidir. Orada otuz gün kadar Kolkhilerin köylerinde kaldılar. Bu köyleri üs olarak kullanıp Kolkhilerin ülkesini talan ettiler. Trapezus’lular, onları şehirlerine kabul edip konukseverlik armağanı olarak öküzler, arpa unu ve şarap verdikten sonra ordugahlarna bir Pazar kurmuşlardı. Ayrıca çoğu ovada yaşayan Kolkhilerle onlar lehine görüştüler ve Kolkhiler de Yunanlılara konukseverlik teminatı olarak öküzler verdiler” (Anabasis, 4.8.2224).
Tüm bu teminatlara rağmen, erzak sıkıntıları had safhaya ulaşan Yunanlılar, bir taraftan geri dönüş için gemi temin etmeye çalışırlarken, diğer taraftan bölgeyi talan etmeye devam ediyorlardı. Eserinin sondaki bölümlerinden birinde, kendi ordusuyla ilgili özeleştirilerde bulunan yazar, örnek vermek amacıyla Yunanlılarca taşlanarak öldürülen Kolkhi elçilerinden ve muhafızlarından söz etmektedir. Bu ada yağmacılığın yöntemi üzerinde kendi aralarında bir tartışmaya da girişmişlerdi. Bu tartışmada Xenophon, yağmalama faaliyetleri sırasında daha tedbirli davranılması gerektiğini savunuyordu;
“...Pazar, ihtiyaçlarımıza yetmiyor ve bir kaç kişi dışında yiyecek satın alacak paramızyok. Oysa düşman ülkede olduğumuzdan, yiyecek sağlamaya tedbirsizce gidersek çok adam kaybetmemizden korkarım. Bence, yiyecek aramaya mangalar halinde gitmeli, sağ salim geri dönmek istiyorsanız kırlarda rastlanıyla dolaşacağnıza bu akımların denetimini bize bırakmalısınız (Anabasis, 5.1.67).
Xenophon’un bu öğüdünü dikkate almayarak kendi başına, yerli halka ait bir kaleye saldıran Yunanlı bir komutan, yanındaki askerlerin çoğuyla birlikte ölmüş ve bu arada çevre köylerdeki kaynakları tüketen diğer Yunanlılar da daha yüksek kesimlere yönelmişlerdi;
“ Aynı gün içinde erzak temin edip ordugaha dönmek artık imkansızlaştığından Xenophon bir kaç Trapezuslu klavuz alarak, ordunun yarısıyla Drillerin üzerine yürüdü, öbür yarısını da karargahta bıraktı, çünkü köylerinen kovulan Kolkhiler bir araya toplanıp tepelere yerleşmişlerdi. Trapezuslularsa, Yunanlıları yiyecek sağlamanın kolay olduğu yerlere götürmüyor, ama zarar gördükleri Drillerin ülkesine seve seve götürüyorlardı. Bu halk, dağlık ulaşılması güç bir bölgede oturuyordu ve Karadeniz’İn en savaşçı halkıydı. (Anabasis, 5.2.12).
Yunanlıların “Dril” adıyla andıkları bu kabile ve onların topraklaroına yönelik Yunan saldırısı, Xenophon tarafından tüm ayrıntılarıyla uzun uzun anlatılmıştır;
“...merkezleri olan ve tümünün içinde toplandığı müstahkem bir yer vardı. Bu kale olağanüstü derinlikte bir ırmak yatağı ile çevriliydi ve içine girilmesi çok zordu. (...) iç kalenin dışındaki her şey Yunanlılar tarafından yağmalanıp götürüldü (...)iç kalenin alınmasının kesinlikle imkansız olduğuna karar verildi(...) Geri çekilmeye başladıkları zaman, düşmanlar iç kaleden topluca çıktılar; kalkanlarla, mızraklarla, baldır zırhlarıyla ve mihferlerle donanmışlardı.(...) Yunanlılar ne yapacaklarını bilmez durumda döğüşürken Xenophon bütün evleri ateşe verdi, evler ahşap olduğundan çabucak tutuşular... Yunanlılar kaleden işte böylece güçlükle, kendileriyle düşman arasında yaktıkları ateş sayesinde çekilebildiler. Her şey; şehir, evler, kuleler, yanıp tahrip oldu. Ertesi gün Yunanlılar ele geçirdikleri erzakla geri çekildiler. Her şey; şehir, evler, kuleler yanıp kül oldu. Ertesi gün Yunanlılar ele geçirdikleri erzakla geri çekildiler. Ama Trapezus’a inen yol sarp ve dar olduğu için.” (Anabasis, 5.2.328)
Xenophon’un Anabasis’de Dril adıyla sözettiği kabile; yazarın aktardıklarından anlaşıldığı kadarıyla, Ziana dağlarının yüksek yamaçlarında, bugünkü Tonya, Maçka ve Torul[Torul ismide büyük ihtimalle bu kabilenin ismiyle ilişkilidir] kasabaları arasındaki bölgede yerleşik olmalıdır.
“Üç günlük bir yürüyüşten sonra, Kolkhilerin ülkesinde, deniz kıyısında Sinope’nin kolonisi olan Yunan şehri Kerasus’a varıldı. Orada üç gün kaldılar...” (Anabasis, 5.3.2)
“Denizden yol almış olanlar Kerasus’tan aynı yolla ayrıldılar, öbürleri yollarına karadan devam ettiler. Mossynoik’lerin sınırına varılınca bu halkla ilşkileri olan Trapezus’lu Timesitheus, topraklarından geçerken dost mu yoksa düşman kabul edileceklerini sormak için elçi olarak gönderildi...” (Anabasis, 5.4.12).
-Devam Ediyor-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder