31 Ekim 2007 Çarşamba

Hangi Toplumda Yaşanmalı




Türkiye'nin çağdaşlaşma serüveni boyunca en çok yapılan suçlamalardan birisi, belki de birincisi "irtica"dır. Özellikle gerilimin artmasıyla "irtica", "gerici" ve "mürteci" kavramlarının kullanımındaki artış arasında büyük bir paralellik vardır. Google'da yaptığım taramaya göre, son bir yılda, Türkçe yayın yapan internet sitelerinde "irtica" kelimesi 733 bin defa, "gerici" ve "mürteci" kelimeleri 453 bin defa kullanılmış. Ancak ne gariptir ki; gerici kavramını bu kadar sıklıkta kullanmamıza rağmen kimlerin gerici olduğunu tam anlamış değiliz. Türkiye'yi "gericiler"den korumak bahanesiyle, geriye götürmek için çalışan "çağdaşları" uzaktan hayretle seyrederken, hayalim beni çok gerilere götürdü.



Doğrusu, bedenen genç olmama rağmen, ruhen birkaç asır yaşamış kadar kendimi yaşlı hissettim. İnsan yaşıyla değil, yaşadığıyla yaşlanır. İnsanlık için binlerce yıl süren üç büyük "toplumsal değişimi" Türkiye'dekiler onlarca yıl içinde yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Bu değişim sürecinde servet ve kuvvetin kaynağı da değişti. Türkiye, bu değişimde gücünü kaybetmeye başlayan "elit sınıf"la yeni güç kazanan "ezilen sınıf" arasındaki mücadeleye sahne oluyor.

"Tarım toplumu"nda dünyaya gelmiştim. Birçok yoklar arasında var olmuştum. Hasılı, "sanayi toplumu"nun bütün nimetlerinden mahrumduk. Birkaç yüz kilometre ötede söz konusu nimetlerin içinde boğulan insanların varlığından da haberimiz yoktu. Dünyayı etraftaki birkaç köyden ibaret sanıyorduk. Çocukluğum ve gençliğimin ilk yılları, "tarım toplumu"nda geçti. Köydekilerin biricik geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktı. "Servetin ve kuvvetin kaynağı" kas gücüydü. Bu nedenle kasları güçlü olan erkek evlada ayrı bir kıymet veriliyordu. Herkes daha çok erkek evlat sahibi olmak için yarışıyordu. Çünkü, erkek kas gücüyle hem daha çok üretiyor hem de aileyi kem gözlerden koruyordu. Hükümet yoktu. Ağa ve beylerin hakimiyeti vardı. Erkek evladı çok olan ve aşireti kalabalık olan "köyün elitleri", kaba kuvvete dayanarak, zayıf olanların üzerinde hüküm sürüyordu. Kanun yoktu. Kaba kuvvet vardı. Töre ve âdet vardı. Haklıdan değil, güçlüden yana bir töreydi. Her şey gücü elinde bulunduranların insafına kalmıştı.

Beyne değil, bedene yatırım yapanlar
Servet ve güç kazanmak isteyenler beyne değil, bedene yatırım yapıyordu. Çünkü toplumda, beyni değil, bedeni güçlü olan kazanıyordu. Aklını kullanan değil, aklını ağanın, büyüğün, şeyhin cebine koyan kazanıyordu. Eğitimin bir kıymeti yoktu. Eğitim bir anlamda kaynakları israf etmekti. Akıl başta değil, yaştaydı. Çünkü bilginin biricik kaynağı tecrübeydi. Yaşlı olanlar daha çok tecrübe edindikleri için daha akıllıydı. Tecrübesiz gençlere söz hakkı bile verilmiyordu. Büyüklerin yanında laf etmek büyük saygısızlıktı. Aklın tatile çıktığı tarım toplumunda, olup bitenlere akıl erdirmek mümkün değildi. İnsanlar, birinin hatası yüzünden yedi sülalesini sorumlu tutardı. Bir tavuk uğruna çıkan kavga iki aşireti karşı karşıya getirirdi. Bir yayla uğruna iki köy birbirine savaş ilan ederdi.

Babam tarım toplumunun dinamiklerini çok iyi anlamış olacak ki; beni okutmak istemiyordu. İlkokul yıllarında kaslarım henüz tam gelişmediği için, okula gitmemde bir mahsur görmemişti. Ancak, ortaokula gitmenin "fırsat maliyeti"ni yüksek bulmuştu. Okul masrafları bir yana bir de çoban tutmanın bir bedeli olacaktı. Hem de okul okuyup ne yapacaktım ki? Ortalıkta liseyi bitirip avare dolaşan birçok kişi vardı. Babam "hayat fakültesi"nden öğrendiklerine dayanarak, ilkokuldan sonraki eğitimi "ölü yatırım" olarak algılıyordu.

Oysa bende okumaya karşı müthiş bir iştiyak vardı. Çünkü, köye gelen "şehirliler" vasıtasıyla sanayi toplumunun nimetlerinden haberdar olmuştum. Onlara gıpta ile bakıyordum. Onların sahip oldukları şeylere ben de sahip olmak istiyordum. Onlar gibi giyinmek, gezmek ve görmek isterdim. Bu isteklerime kavuşmanın tek yolunun eğitim olduğunu anlamıştım. Ancak benim isteğimle babamın isteği çelişiyordu. Bu nedenle çareyi, babamdan habersiz şehre kaçarak amcamın yanında okumakta bulmuştum. Büyük bir macera olan kaçış hikayemin büyüklüğünü şimdilerde daha iyi anlıyorum. Aslında, "tarım toplumu"nun yokluğundan "sanayi toplumu"nun varlığına kaçmıştım. Cehaletten ilme kaçmıştım. Akla husumet edenlerden akla mükafat verenlere kaçmıştım. Kabiliyetlerimi töre toprağı altında çürütmekten mektep tarlasında yeşertmeye kaçmıştım. Sefaletten servete kaçmıştım. Ağaların ve beylerin tahakkümünden kanunla korunmuş hak ve hürriyete kaçmıştım.

Sanayi toplumunun nimetlerini ilk defa küçük bir kasabada tatmaya başladım. Kırklareli'ye lise eğitimi ve Ankara'ya üniversite eğitimi için gittiğimde sanayi toplumunu bütünüyle müşahede imkanı buldum. İlk defa İstanbul Boğaz Köprüsü'nden geçerken gördüğüm güzelliği ağzım açık hayran bir şekilde izlemiştim. Modern hayat benim köyde yaşadığım hayattan hayli farklıydı. Benim gibi köylü birini büyülemişti "modern şehirler". İnsanı hayvandan ayıran en önemli yanının, aklıyla yaptığı aletler olduğunu daha iyi anlamıştım. Köyde gördüğüm basit ve sınırlı sayıdaki aletler, yerini insan aklının eseri olan binlerce komplike aletlere bırakmıştı. Tarım toplumundaki feodal yapı yerini, işbölümü ve uzmanlaşmaya dayalı farklı sosyal yapıya terk etmişti. Akıl bu yeni yapı içinde daha etkin çalıştığı için binlerce teknoloji meyvelerini netice vermişti.

"Sanayi toplumu"nda kas gücünün yerini makineler almıştı. Tarım toplumunda aile için yapılan üretim yerini "seri üretim" yapan fabrikalara bırakmıştı. Her şey bir standarda bağlanmıştı. Fabrikalarda çalışacak işçileri ve bürokraside görev alacak memurları yetiştirmek için "toplu eğitim" merkezi foksiyonu gören okullar kurulmuştu. "Belirli standartlar" üzerine seri "işgücü" üretimi yapılıyordu. "Toplu tüketimi" teşvik etmek için "toplu iletişim araçları" geliştirilmişti. Toplumu seri üretim yapan bir fabrika gibi idare edecek merkezi bürokratik sistem geliştirilmişti. Kaynaklar daha etkin kullanıldığı için toplam üretim ve tüketim tarihte görülmemiş bir oranda artmıştı. Ağalar yerini serveti ve kuvveti elinde bulunduran askeri ve sivil bürokratlara bırakmıştı.

Kas gücü geride kaldı; ama...
"Sanayi toplumu"na olan hayranlığım çok uzun sürmedi. Üniversite yıllarımda Alvin Toffler ve Peter Drucker gibi bazı yazarları okuyunca anladım ki, beni büyüleyen sanayi toplumunun ötesinde "bilgi toplumu" var. Gelişmiş Batı toplumları sanayi devrimini çoktan tamamlamış ve "bilgi çağı"nı yaşıyorlardı. Francis Bacon'ın "bilgi güçtür" sözünü başta ABD olmak üzere gelişmiş Avrupa ülkeleri ve bazı Uzakdoğu ülkeleri fiilen teyit ediyordu. "Bilgi çağı" hakkında bilgim artıkça bilişim teknolojisindeki devrimle o çağı yakalayan ülkelere gitme iştiyakım da artmıştı. Gerçi sözde bilgi üretme merkezi olan bir üniversitede "fikir işçisi" olarak işe başlamıştım. Ancak çok geçmeden anladım ki, "bilgi çağını" yakalamadan üniversitede hoca olmakla bir köyde öğretmen olmak arasında fark yoktu. Bir de 28 Şubat post-modern darbesiyle köyden kaçarkenki rüyalarıma darbe vurulunca kesin kararımı vermiştim. Köydeki zorbalardan kaçtığım gibi, sanayi toplumunun "post-modern zorbaları"ndan da kaçacaktım. Gemileri yakarak, uzun ve zorlu bir mücadeleden sonra bilgi devriminin lokomotifi olan ABD'ye geldim...

/Dr. Furkan AYDINER 
FLORIDA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
01.09.2007

Zaman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder