Köylülük ile kentlilik arasındaki en büyük farkı, “zaman”ı anlama ve algılama biçimi oluşturur.
Köylülükte bırakın saati ve dakikayı, yılların bile ve fazla anlamı yoktur. Çünkü doğa, Saatli Maarif Takvimi yapraklarındaki bilgiler gibi, kendini tekrarlar. Yazın geleceği ilkbahardan, kışın geleceği de sonbahardan bellidir. Günlük yaşam, gündoğumu ile günbatımı arasında, mevsimlere göre uyarlanan bir tek düzelik içinde sürer gider. Hayat doğum ile ölüm ve ekim ile hasat arasındaki bir süreçtir.
Kentlilikte ise, doğa da zaman da insana uymuştur. İnsanların kollarında da, meydanlarda da saatler vardır. Kişiye övgü “Çok dakik bir insandır” diye düzülür. Dünya kentlerini, saat dilimi farkları birbirlerinden ayırır.
Bazı toplumlar önce sanayi, sonra da hizmetler sektörünün ekonomilerinde ağırlık kazanmasına rağmen, köylülükten pek sıyrılamazlar. Köylüler kentli olurken kentler de köy-kente dönüşür. Siyaset “zaman” öğesini pek önemsemez. Örneğin bir kamu kurumunun baraj yapması önemsenir ama bu barajın yapım süresinin ne olacağına pek bakılmaz.
Dünyadaki diğer ülkelerin 10 yılda elde ettiği başarıları o ülkenin 70 yılda elde etmesi, “Biz de çağdaş uygarlık düzeyine ulaştık” diye kutlanır.
İçe dönüklük
Köylülük, içe dönüklüğü ve dış dünyadaki gelişmelerin gecikmeli algılanmasını da içerir. Köylülüğün genlerine işlediği toplumlar da, dış dünyayı gecikmeli algılarlar. Sovyetler’in çöküp dağıldığının 10 yıl sonra yavaş yavaş farkına varırlar. Soğuk Savaş’ın bitmiş olmasına rağmen, köylü toplumlar kendilerini hala “cephe ülkesi” gibi görüp, “kol kırılır yen içinde kalır” geleneğini sürdürürler. Hukuk demokrasiyi yaşatmak için değil, partileri kapatmak ve atanmışları seçilmişlere egemen kılmak için kullanılır.
Şu anda Türkiye de, köylülük ile kentlilik arasında bocalayan ülkelerden biri. İhracatı 100 milyar dolara dayanmış, ekonomisi dünya borsalarındaki dalgalanmalara endekslenmiş, dünya enerji yollarının kavşağındaki bir ülke konumuna gelmiş olmasına rağmen, siyaset ve düşünce hayatında, hala “zaman”ın fazla önemi yok gibi.
Bir genel seçim atmosferinde “İçe kapanabiliriz” veya “Yabancı düşmanlığı yapabiliriz” benzeri söylemler hala ilgi çekebiliyor. Hala Genelkurmay’ın açıklamaları, siyasetin söylemlerinden daha fazla ağırlık taşıyor. Yargı kararları yasama erkini etkisizleştirdiği zaman bile bu doğal karşılanıyor.
Ne yapalım?
Oysa takvimler 2007’yi göstermekte. Bizim içeride doğal karşıladığımız ve kanıksayarak görmezden geldiğimiz gelişmeleri, dış dünya derinine değerlendiriyor. Örneğin yerel yargının kararları, her gün uluslararası yargı tarafından yeniden yargılanıyor. Bakın işte. Son olarak eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e hakaretten mahkum olan Milliyet yazarı Meral Tamer ile aynı gazetenin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Eren Güvener, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde, Ankara’ya karşı açtıkları ifade özgürlüğü davasını kazandılar…
Bizim yargımızın bu kararından ötürü, Türkiye bu iki gazeteciye manevi tazminat ödemeye mahkum oldu. Ne dersiniz? Hem AB’den, hem Avrupa Konseyi’nden çıkalım ve AİHM’ye bireysel başvuru hakkını da kaldıralım mı? İdam cezasını da yeniden Ceza Yasası’na koyalım isterseniz.
Hani Nevşehirli ilk kez geldiği İstanbul’da trenden inince Haydarpaşa’da karşıya bakmış ve gördüğü semtin adını sormuş. Ona “Bu gördüğün yer Kadıköy” denilince sinirlenmiş,
- Bizim Nevşehir’e şehir, Kadıköy’e de köy diyenlerin aklına turp sıkayım, demiş ya.
/ Mehmet Barlas
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder