Cadı kazanı: Fesadın ve dedikodunun çok olduğu, herkesin birbirine düştüğü, türlü düşmanlıkların kaynaştığı, hile ve düzenlerin kurulduğu yer."Mahalle bir anda cadı kazanı gibi kaynamaya başladı."
Caka satmak: Çalım satmak, gösteriş yapmak."Caka satmayı bırak da işine bak."
Can alacak yer (nokta): Bir şeyin en önemli yeri, en temelli noktası."Meselenin can alıcı noktasına bir türlü ulaşamadık."
Can atmak: Herhangi bir şeye sahip olmayı, ya da herhangi bir şeye erişmeyi çok istemek."Top oynamaya can atıyordu."
Can baş üstüne: İstenilen, arzu edilen şeyin büyük bir memnunlukla yapılacağını anlatır."Can baş üstüne efendim, kasabaya varınca onu hemen göreceğim."
Can borcunu ödemek: Ölmek."Beni korkutamazsın, bir can borcum var, onu da öder kurtulurum."
Can çekişmek: Ölmek üzere bulunmak."Yanına vardığımızda hayvan can çekişiyordu."
Can damarı: Bir şeyin en önemli noktası, en mühim unsuru; bir şeyin yaşaması için en önemli araç."Babam evin can damarıdır."
Can damarına basmak: Bir işin en önemli noktası üzerinde durmak, ya da bir şeyin en duyarlı noktasını açığa çıkarmak."Adamın en sonunda can damarına bastılar, zararı da kendileri gördüler."
Can dayanmamak: Bir acı, üzüntü, sıkıntı ve istek karşısında direnme gücü kalmamak; dayanıklılığı yitirmek."Yıllarca uğraşıp didinip yaptığı ev bir anda kül oldu, buna can mı dayanırdı?"
Can düşmanı: Öldürmeyi bile düşünen, aşırı kin ve düşmanlık besleyen, dost olmayan."Can düşmanları etrafında cirit atıyorlardı."
Can evi: 1. Yürek. 2. En duyarlı bölge."Onları can evlerinden vurmaya yemin etti."
Can evinden vurmak: En etkileyici, en can alıcı yönden saldırmak; bir daha yaşama imkânı kalmayacak şekilde vurmak."Onları can evinden vurmalıyız ki bir daha bellerini doğrultamasınlar."
Can havli ile: Ölüm korkusundan kaynaklanan güçlü bir tepkiyle (bir eylem yapmak)."Silâh sesini duyunca can havli ile yerinden fırladı."
Can kalmamak: Gücü, kuvveti kesilmek; bitkin bir duruma düşmek."Daha fazla yürüyemeyeceğim, can kalmadı bende, siz gidedurun."
Can kaygısına düşmek: Her şeyi bırakıp, içine düştüğü tehlikeden varlığını kurtarma ve koruma çabasında olmak."Ortalık birbirine girip silâhlar patlamaya başlayınca can kaygısına düştü zavallı kadın."
Can kulağıyla dinlemek: Kendini vererek, büyük bir dikkatle dinlemek."Babasının söylediklerini can kulağıyla dinlemeye başladı."
Can pazarı: Herkesin kendi canının kaygusuna düştüğü ve kendi canını kurtarmaya çalıştığı tehlikeli bir durum, yer."Ortalık toz dumandı; haykırışlar, inlemeler ortalığı çınlatıyordu; insanlar can pazarının tam ortasındaydılar."
Can sağlığı: Esenlik, kişinin sağlıklı olması."Ne demeli canım kardeşim, inan bundan ötesi can sağlığı."
Can sıkıntısı: Yapılacak iş ve bir şeyle oyalanma imkânı bulamamaktan duyulan tedirginlik, içine düşülen bunalım."Bütün gün evde oturuyor, can sıkıntısından ne yapacağımı bilemiyordum."
Can vermek: 1. Ölmek. 2. Ruha güç vermek, yaşar duruma getirmek. 3. Bir şeyi çok ister olmak."Adam bir kurşunda can verdi."
Can yakmak: 1. Üzmek, acı vermek. 2. Zulmetmek, eziyet etmek. 3. Bir kimseyi büyük zarar ve ziyana sokmak."Şu hareketlerinle canımı yakıyorsun."
Can yoldaşı: Yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan kimse."Her insanın bir can yoldaşına ihtiyacı vardır."
Cana can katmak: İnsanda yaşama sevincini artırmak; insana neşe, heves ve iç gücü vermek."Ah o cana can katan yaylaya bir daha çıkabilsem."
Cana minnet (bilmek): İhtiyacı olduğu hâlde arayıp da bulamadığı şeylerden saymak."Yalnızca su mu? Canıma minnet, çabuk ver."
Cana yakın: Sevimli, sokulgan, insana pek sıcak davranan."Ne cana yakın bir insanmış meğer."
Canı (gönlü) çekmek: Bir şeyi istemek, istek duymak, çok arzulamak."Şimdi o yeşil eriklerden olsa da yesek, öyle de canım çekti ki."
Canı burnuna gelmek: Bir şey yaparken çok zorluk çekmek, bunalmak."Kömürü taşıdım ama canım da burnuma geldi."
Canı çıkmak: 1. Ölmek. 2. Çok yorulmak. 3. Çok yıpranmak."Onu razı edinceye kadar canım çıktı."
Canı gitmek: Önem ve değer verdiği, beğendiği bir şeye zarar gelecek diye çok korkmak, kaygılanmak."Araba çizilecek diye canı gidiyor."
Canı tatlı: Acıya, üzüntüye ve sıkıntıya katlanmayan."Öyle de canı tatlı ki ne zaman bir şey taşınacak olsa bir bahane bulup ortadan kayboluyor."
Canı tez: Sabırsız, beklemeye tahammülü olmayan, ivecen."Bekle de gör, ne canı tez adamsın sen öyle!"
Canı yanmak: 1. Fizikî bir acı duymak. 2. Bir işte zarar görmek, manevî bir üzüntü duymak."Canını yakmadan ver o elindekini bana!"
Canına değmek: 1. Çok hoşlanmak, yararına yapılan işten ötürü çok sevinmek. 2. Ruhu şad olmak."Büyükannenin canına değsin, ikramın bizi oldukça sevindirdi"
Canına kıymak: 1. İntihar etmek, kendini öldürmek. 2. Acımadan öldürmek. 3. Kendini yoracak, yıpratacak kadar iş görmek."Komşunun kızı canına kıymış."
Canına okumak: 1. Bir kimseye büyük bir zarar vermek, kötülük etmek. 2. İyi bir şeyi kötü hâle getirmek, heder etmek, harcamak."Yeni aldığım oyuncağın canına okudu bir günde."
Canına tak demek: Sabrı kalmamak, bir sıkıntıya dayanamaz duruma gelmek."Canıma tak dedi artık, ya yaptıklarına son verirsin ya da burayı terkedersin!"
Canına yandığım (yandığımın): Kimi zaman sevgi ve hayranlık, kimi zaman da kızgınlık ve öfke gibi duyguları anlatmak için kullanılır."Canına yandığımın adamı, bizi saatlerce bekletti bu soğukta."
Canına yetmek: Bezmek, bıkmak, bir zorluğa dayanamayacak duruma gelmek."Canıma yetti artık bu işi yapmayacağım."
Canından bezmek: Çektiği sıkıntılar yüzünden içinde olduğu hayatı artık istemeyecek bir duruma gelmek."Ne yapayım böyle hayatı, beni canımdan bezdirdi!"
Canını almak: Öldürmek."Allah canını alsın da kurtulalım senden!"
Canını bağışlamak: Öldürebileceği bir kişiyi öldürmekten vazgeçmek."Ona kıyamadı ve canını bağışladı."
Canını dişine takmak: Büyük sıkıntıları, tehlikeleri göze alarak bir işi başarmaya çalışmak."Canını dişine takıp koca kayayı parçalamaya devam etti."
Canını sokakta bulmak: Sağlığını koruması, kendini yıpratmaması ve tedbir alması gerektiğini anlatmak için kullanılır."Biraz soluk almama izin ver. Ben canımı sokakta bulmadım."
Canını vermek: 1. Hiçbir şey esirgememek. 2. Bir şey uğrunda en değerli varlığını feda etmeye, hatta ölmeye hazır olmak. 3. Bir şeye aşırı ölçüde düşkün olmak."Vatan uğruna kim can vermez ki?"
Canını yakmak: 1. Fizikî acı vermek. 2. Bir kimseyi zarara ya da sıkıntıya sokmak; üzmek, kaygılandırmak."Lütfen canını yakma çocuğun."
Canının içine sokacağı gelmek: Birine karşı büyük ölçüde sevgi duymak, birinden çok hoşlanmak."Öyle ki o yavrucağı canımın içine sokacağım geliyor!"
Canla başla: Seve seve, her türlü zorluğa göğüs gererek, var gücüyle, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak."Hepsi canla başla çalıştı."
Canlı cenaze: Çok zayıf, güçsüz, zayıflıktan kemikleri çıkmış kimse."Adam canlı cenaze gibiydi."
Cart curt etmek: Göz dağı vermek ya da övünmek amacıyla abartılı konuşmak."Karşımda cart curt edip durma."
Cebi delik: Parasız, cebinde para tutmasını bilmeyen."Daha ne kadar cebi delik dolaşacaksın."
Cebini doldurmak: Karşılaştığı fırsatları değerlendirerek bol para kazanmak."Cebini doldurmaktan başka bir düşüncesi yok adamın."
Cehennem azabı: 1. Çok büyük sıkıntı, eziyet. 2. İman etmeyenlerin, kâfirlerin, günahkârların cehennemde çekecekleri ceza."Allah bizi cehennem azabından korusun."
Cehennem olmak: Defolup gitmek."Çabuk cehennem ol yanımdan."
Cevabı yapıştırmak: Karşısındakinin, beklemediği, ters, güç duruma düşürücü bir cevap vermek."Öyle bir cevap yapıştırdı ki hasmı donakaldı."
Ciğeri beş para etmemek: Değersiz, kendisine güvenilmez, korkak, aşağılık (bir kimse olmak)."Bırak, ondan söz etme bana, ciğeri beş para etmez adamlarla işim yok."
Ciğerimin köşesi: 1. Çok sevdiğim. 2. Sevgili evlâdım."O, hâlâ benim ciğerimin köşesidir."
Ciğerini okumak: Karşısındakinin gizli düşüncelerini bilmek, aklından geçenleri anlamak."Bizimi düşünüyormuş? Ben onun ciğerini okurum; o kendinden başkasını düşünmez."
Ciğerini sökmek: Bir kimseyi büyük ölçüde zarar ve ziyana uğratmak."Söyle ona, beni oraya getirtmesin, gelirsem ciğerini sökerim onun."
Cin çarpmışa dönmek: Neye uğradığını anlayamayacak kadar kötü duruma düşmek."Bir tokatta cin çarpmışa döndürdü adamı."
Cin fikirli: Zeki, çok kurnaz, her zaman kendi çıkarını kollayan, çok anlayışlı."Endişelenmeyin; o cin fikirli, o işin de üstesinden gelecektir."
Cinler cirit (top) oynamak: Bir yerin ıssız, ürküntü verir olduğunu anlatmak için kullanılır.
Cinleri başına toplamak: Öfkelenmek, kızmak, çok sinirlenmek."Zorla cinleri başıma topladınız."
Curcunaya çevirmek (veya döndürmek): Bir yeri kargaşa, şamata, gürültü patırtı ile doldurup kimsenin ne dediğini anlamayacak hâle getirmek."Çocuklar bir dakikada ortalığı curcunaya çevirdiler."
Cümbür cemaat: Topluca, hep birden."Halamlara cümbür cemaat gitmeye karar verdik."
Cümle kapısı: Konak, saray gibi büyük binaların ana giriş kapısı."Devletin ileri gelenleri konağın cümle kapısı önünde toplandılar."
Cüret etmek: Ataklık etmek, yüreklilikle davranmak."O, hemen herkesin yanında söz söylemeye cüret eden bir yapıya sahipti."
Çaba göstermek: Bir işi başarmak için uğraşmak, kuvvet harcamak."Çaba göstermeden amacına ulaşamazsın."
Çakar almaz: İşe yarar gibi görünse de aslında yararsız, bozuk olan."Çakar almaz bir tabancayla bizi korkutacağını sanmıştı."
Çakı gibi: Canlı ve atik, çevik."Çakı gibi delikanlı olmuş."
Çalım satmak (caka satmak): Büyüklük taslamak, kurularak davranmak.
Çalımından geçilmemek: Çok kibirli, kurumlu olmak; büyüklük taslamak, gösteriş yapmak."Adamın çalımından geçilmiyor, ona laf anlatmak çok zor."
Çalıp çırpmak: Eline ne geçerse (az ve çok) çalmak, bu yolla kazanç sağlamak."Yoksul kalınca çalıp çırpmaya başladı."
Çam devirmek: Farkında olmadan karşısındakini kıracak ya da kötü bir sonuca yol açacak söz söylemek, davranışta bulunmak."Onun da çam devirmede üstüne yok hani."
Çam yarması: İri gövdeli insan.
Çan çan etmek: Gerekli gereksiz sürekli konuşmak, yüksek sesle devamlı gevezelik etmek."Başımda ne çan çan edip duruyorsun, kes artık şu sesini."
Çanak tutmak (açmak): 1. Söz ve davranışlarıyla kavgaya, kargaşaya yol açmak. 2. Dilenmek."Onun bu işe çanak tutmasına fırsat vermeyeceğim."
Çanak yalayıcı: Dalkavuk, çıkarı için dalkavukluk eden."Çanak yalayıcılar gün geçtikçe artıyor."
Çanına ot tıkamak: Bir daha sesini çıkaramayacak, kötülük edemeyecek bir duruma sokmak."Elbet sizin de çanınıza ot tıkayacağım gün gelecek."
Çantada (torbada) keklik: "Ele geçirilmesi o kadar kesin ki elde edilmiş sayılır" anlamında kullanılır."Beni çantada keklik sanıyor ama yanılıyor."
Çaptan düşmek: Önceleri iyi olan durumu sonradan bozulmuş olmak; çalışma gücü, verimi tükenmiş olmak."Adamın bir ayda çaptan düşeceğini sandılar."
Çar çur etmek: Gereksiz, lüzumsuz yere harcayıp tüketmek."Paranı sakın çarçur edeyim deme."
Çarçaf gibi: Dalgasız, dümdüz ve durgun."Deniz çarşaf gibiydi."
Çark etmek: Dönmek, geri dönmek."Birkaç adım sonra çark ediniz."
Çarkına okumak: Bozmak, çalışamaz hâle getirmek, zarar vermek; birine büyük kötülük yapmak."Eline alır almaz saatin çarkına okudu."
Çarşamba pazarı: Her şeyi açıkta olan, karmakarışık yer."Etrafı çarşamba pazarı gibi yapmış çocuklar."
Çat kapı: Aniden, beklenmedik bir anda."Oturuyorduk, çat kapı çıkageldiler."
Çat pat: 1. Ara sıra. 2. Yarım yamalak, biraz. 3. Vakitli vakitsiz, uygunsuz zamanlarda."Çat pat okuması var diye mektubu ona uzattılar."
Çayı görmeden paçaları sıvamak: Ham hayaller kurmak; henüz zamanı gelmediği hâlde yapılacak bir iş, meydana gelebilecek bir olay için hazırlıklara girişmek."Durun bakalım hele, çayı görmeden paçaları sıvamayın, bir haber ulaşsın önce."
Çekeceği olmak: Çok acı çekeceği, sıkıntıya gireceği bir iş ya da durumla karşılaşacağı sezilir olmak."Öyle anlaşılıyor ki bu çavuştan çekeceğimiz var."
Çekidüzen vermek: Karışıklığı, dağınıklığı, başıbozukluğu gidermek."Kendine bir çeki düzen vermelisin artık."
Çekip çevirmek: Yönetmek, düzene sokmak, hâle yola koymak, çalışmasını sağlamak."Tek başıma bu işi çekip çeviremem ki!"
Çekip gitmek: Savuşmak, bırakıp gitmek, kimseye danışmadan ayrılmak."Aradığını bulamayınca çekip gitti."
Çekirdekten yetişme: Bir işi küçük yaştan, çıraklıktan başlayarak öğrenme ve o işte ustalaşma."Ali, çekirdekten yetişmiş bir marangozdu."
Çekişe çekişe pazarlık (etmek): Bir malı ucuza almak, ya da pahalıya satmak için titizce uzun süre yapılan pazarlık."Babam çok istediği atı alabilmek için, atın sahibiyle çekişe çekişe pazarlık etmeye başladı."
Çelme takmak: 1. Ayağını bacağına geçirerek yıkmaya çalışmak. 2. Bir işin gelişmesini engellemek veya bir kimsenin iyi yürüyen işini bozmak."Sakin sakin giden arkadaşını çelmek takarak yere düşürdü."
Çene çalmak: Gevezelik ederek, çok konuşarak vakit geçirmek."Komşu kadınları çene çalmaya bayılırlar."
Çene yarıştırmak: Karşılıklı gevezelik etmek, boş konuşmak."Sizinle çene yarıştırılmaz doğrusu."
Çenesi düşük: Geveze, çok konuşan, gereksiz şeyler söyleyen."Senin kadar çenesi düşük bir adam daha görmedim."
Çenesi kuvvetli: Söylemekten yorulmayan, söylediği sözlerle kendisini dinletmesini bilen."İyi hatip, acaba çenesi kuvvetli hatip midir?"
Çetele tutmak: Hesap tutmak amacı ile bir yere çizgiler çekmek."Ahmet amca, veresiye verdiği mallar için çetele tutmaktan usanmıştı."
Çetin ceviz: 1. Kırılması zor, kabuğu sert ceviz cinsi. 2. Yola getirilmesi, yenilmesi zor rakip; başarılması güç iş."Şimdi anlıyordu rakibinin ne deneli çetin ceviz olduğunu."
Çevir kaz (ı) yanmasın: Karşısındakini kıracak bir söz söylediğini fark edip de çevirmeye kalkışanlara şaka yollu söylenir.
Çıban başı: 1. Çıbanın patlamak üzere olan tepe noktası. 2. Kötü sonuçların, uygunsuzlukların ana sebebi."Bu işte çıban başı mı olmak istersin?"
Çıfıt çarşısı: Türlü kötülüklerin, hile ve düzenlerin karmakarışık bir durumda bulunduğu yer."Daireyi çıfıt çarşısına çevirenler tek tek bulunmalıdır."
Çığır açmak: Bir alanda yeni bir yol açmak; yeni bir tutum, izlenecek yöntem bulmak."Bilim adamları kanserle mücadelede çığır açmak için kolları sıvadılar."
Çığırından çıkmak: Yoldan sapmak, doğru ve uygun gidişten ayrılmak, artık düzelemez hâle gelmek."İşler çığırından çıkmadan önlem almalıyız."
Çıkar yol: Çare, en tutarlı çözüm yolu."Sınıf geçebilmek için tek çıkar yol ders çalışmaktır."
Çıkış yapmak: Bir tartışma esnasında etkili söz ve sert davranışlarla düşüncelerini belirtmek."Ani bir çıkış yaparak herkesi şaşırttı."
Çıkmaza girmek: Çözümlenemeyecek, içinden çıkılamayacak bir duruma düşmek."İşler, hiç ummadıkları bir anda çıkmaza girdi."
Çıngar çıkarmak: Gürültü patırtı, karışıklık ve kavga çıkarmak."Çıngar çıkarmadan oturtun şu kadını."
Çıt çıkarmamak: Çok sessiz olmak, hiç ses çıkarmamak, gürültü yapmamak."Çocuklar korkudan çıt çıkarmıyorlardı."
Çiçeği burnunda: Çok taze, yeni koparılmış."Çiçeği burnunda bir haber getirmek için yarışa girdi muhabirler."
Çifte kumrular: Birbirini çok seven ve birbirinden ayrılmayan kimseler."İşte çifte kumrular geliyorlar."
Çiğ süt etmiş olmak: Soysuz ve namussuz olmak."Bu yürek yakıcı işi yapmak için çiğ süt emmiş olmak gerek."
Çiğ yemedim ki karnım ağrısın: "Herhangi bir suç işlemedim ki korku duyayım, işi eksik yapmadım ki olumsuz sonuçtan kaygılanayım" anlamında kullanılır.
Çiğlik etmek: İnsana yakışmayan; olgunluğa, yaşa uygun düşmeyen yersiz ve kaba davranışlarda bulunmak."Bir çiğlik edip de toplantıyı berbat edecek diye ödüm kopuyor."
Çil yavrusu gibi dağılmak: Toplu hâlde bulunan insanların her biri, herhangi bir sebeple bir yana dağılmak."Silâh sesini duyunca çil yavrusu gibi dağılmaya başladılar."
Çile çekmek: Üzüntü, eziyet, acı ve sıkıntı içinde yaşamak."Annen seni büyütünceye kadar ne çileler çekti biliyor musun?"
Çile çıkarmak: 1. Sıkıntılı bir işin veya durumun sona ermesini beklemek. 2. Tasavvufta bir müridin belli bir eğitim safhasından geçmesi."Çile çıkarmayan mürit olgunlaşamaz."
Çileden çıkmak: 1. Çok öfkelenmek, olan bitenler karşısında dayanıklılığı kalmayıp taşkınlık göstermek. 2. Çile süresini bitirmek."Ben çileden çıkmadan çabuk terk edin burayı."
Çirkefe taş atmak: Edepsiz, geçimsiz, kaba saba kimsenin tepkisine yol açacak davranışlarda bulunmak."Şu çirkefe taş atıp da başını belâya sokmadan gir içeri!"
Çivi kesmek: Çok üşümek, donmak."Çocuklar soğuktan çivi kesmişlerdi."
Çizmeden yukarı çıkmak: Bilmediği, aklının kesmediği, yetkisinin dışında bir işe kalkışmak; haddini bilmemek."Kes artık, çizmeden yukarı çıkmaya başladın."
Çocuk oyuncağı hâline getirmek: Bir işi sık sık değiştirip verilmesi gereken önemde ele almamak, küçümsenir duruma getirip değerinden düşürmek."Ne biçim adamlarsınız siz, bu güzel işi çocuk oyuncağı hâline getirdiniz!"
Çocuk oyuncağı: Önem verilecek değerde olmayan, kolay iş."Dereyi geçmek mi? Çocuk oyuncağı benim için."
Çoğu gitti azı kaldı: İşin en güç, en önemli, en büyük kısmı bitti, kalanı önemsizdir."Ha gayret çocuklar, çoğu gitti azı kaldı."
Çok görmek: 1. Esirgemek, bir kimseyi o şeye değer bulmamak. 2. Bir kimsenin yaptığını, davranışını yadırgamak."Gel, çok görme bana bu işi."
Çoluk çocuğa karışmak: Evlenip, çocukları dünyaya gelip, onlarla uğraşır olmak."Vay canına! Daha dünkü çocuktu, bugün çoluk çocuğa karışmış! Zaman ne çabuk da geçiyor."
Çoluk çocuk elinde kalmak: Genç, tecrübesiz, çocuk denecek kişilerin yönetimi altında yaşar durumda olmak."Ülke çoluk çocuk elinde mi kalacak? Allah korusun!"
Çorap söküğü gibi gitmek: Başlayan bir işin birbirine bağlı diğer bölümlerinin kolaylıkla halledilmesi."Hele bir başla sen, bak nasıl çorap söküğü gibi gidecek iş."
Çorbada tuzu bulunmak: Yapılan bir iş ya da hizmette az da olsa çabası, emeği bulunmak."Haydi durmayın, çorbada sizin de tuzunuz bulunsun!"
Çömlek hesabı: Güvenilmez, yanlış hesap."Senin yaptığın çömlek hesabı, bir muhasebeciye havale et işi."
Çuval gibi: Kaba ve seyrek, bol ve ütüsüz."Pantolonun çuval gibi olmuş."
Çürüğe çıkmak: 1. İşe yaramaz olduğu, sağlam olmadığı anlaşılarak bir yana atılmak. 2. Sağlığı el vermediği için askerlik görevine alınmamak."Çürüğe çıkmak için can atanlar da yok değil bugün."
Çürük tahtaya basmak: Tedbirsiz hareket edip, kötü sonuçlanacak bir işe girişmek."Allah kimseyi çürük tahtaya bastırmasın."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder