/Ekrem Özdemir
Beyin göçü vermeye başladığımız yıllardayız. Almanya’ya giden köylü, yıllar sonra, çalışıp biriktirdiği paralarla, altında Mercedes arabayla köyüne döner. Köylü o güne kadar hiç araba görmemiştir. Nasıl çalıştığını, ne işe yaradığını bilmeyen köylü, arabanın önüne saman koyar.
Bu hikayeden iki sonuç çıkar. Birincisi ülke olarak zamanı ne kadar geriden takip ettiğimizi görüp, köylümüzün haline acıyabiliriz. İkincisi, altına araba çekmekle adam olduğunu sanan kişiye, köylü haddini bildirmiştir. Arabanın önüne saman koymakla “Ait olduğun yeri unutma” mesajı verilmektedir. Burada da benliğini kaybetmiş adama acıyabiliriz.
Türkiye’nin, Batılı ülkelerin standartlarına erişmek gibi bir derdi olmalı mı sorusunu bir tarafa atarak söylersek, İslam dünyasıyla beraber Türkiye’nin adalet ve kalkınma yolundaki en büyük engeli köylülüktür. Çünkü adalet ve kalkınmayı isteyenler de köylüdür. Bunu hem yapısal anlamda hem de zihniyet itibariyle söylemek mümkündür. Ve bu iş köylü zihniyetiyle olmaz. Bu millet Fransa’dan avize getirtmekle burjuva olunamayacağını öğreneli çok oldu. Türkiye, bir ülke olarak köylülük probleminin sıkıntılarını Cumhuriyet kurulduğundan beri yaşadı ve halen yaşamaktadır. Ne öldüren ne onduran devletin, köylüyü köyde eğitmek isteyen köy enstitülerinin, köylülüğü aşağılık bir tip sayan Yeşilçam filmlerinin köylüye ve köylülük zihniyetine bakışını burada sorgulamaya gerek yok. Bunların hepsi, bir milletin kendi tarihine, kültürüne, diline, dinine, imanına, ahlakına sırtını dönerek üç günde başka bir medeniyet, başka bir kültür inşa edilebileceğine ve bu sayede çağdaş uygarlık düzeyine çıkılabileceğine inanacak kadar komik ve de saçma fikirlerdir. Yalnız şu var ki, özellikle Türkiye’de köylüyü savunan da onu aşağılayan da yabancı vasfıyla ön plana çıkmakta, yerli bir fikre, yerli bir dayanağa sahiplikten uzak kalmaktadır. Bu yazı, meseleye bu yönden bakmayı daha uygun görmektedir.
Devletin köylüye ettiği
21. yüzyılın dağdağasına alışmaya çalışan 80 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti henüz köylülükten kurtulamamış bir devlettir. Neye dayanarak söylüyoruz bunu? Cemil Meriç söylesin: “Bir devlet ki, bütün bir köyün sevgisini kazanan yaşlı din adamını Arapça ezan okuyor diye tartaklayacak kadar şuursuz ve eblehtir. Bütün Hristiyan dünyanın, tek kelimesini anlamadan, latince dua ettiğini bilmez. Bir devlet ki, ışıktan korktuğu için imamı tevkif eder. Bir devlet ki, topuna tüfeğine, üniversitesine, matbuatına rağmen kitaptan ve harften korkmaktadır.” Aynı zamanda bu devlet, çağdaşlıktan, uygarlıktan, medeniyetten bahsetmektedir. Artık gerisini siz düşünün. Cumhuriyet, “Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? sorusuna, “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür.” cevabını vererek düşmüştü yola. Ama 80 yıllık uygulamalara bakınca insan sormadan edemiyor: Efendi mi, köle mi? İnsan yerine bile konulmayan toprak adamı, neyin efendiliğini kime yaptı, bilmiyoruz.
Köylü her yerde köylüdür
Köylü kimdir veya köylülük nedir? Yaygın olan kanaatleri şöyle derleyip toparladığınızda, şöyle bir tip çıkar karşınıza: Her şeyden önce bakımsız, pis bir insandır köylü. Saçı sakalına karışmıştır, sadece kasabaya veya şehre inerken traş olur, kasketi daima yamuktur, elbiseleri ütüsüzdür, elinde tesbih ağzında maltepe yapıp ettiği bütün gün kahvede oturup dedikodu yapmaktan ibarettir. Yaz olunca tarlada, kış olunca kahvede ve camide geçirir vaktini. Zekası kıttır, az şey görmüş, az şeyle uğraşmış, bu yüzden beynini ve zekasını geliştirme gereği dahi hissetmemiştir. Bir çocuk için baba ne ise köylü için de devlet odur. Böyle bir adam neyi, niye düşünsün ki! Yobazdır köylü, çünkü ilmi ve de bu ilimle yoğurduğu bir ahlâkı yoktur. Sahip olduğu dogmatik bir kültürü ve din anlayışı vardır ve bundan asla vazgeçmez. Köyde yaşamakla alakalı bir şey değildir bu. Şehirde de aynı tavrı görebilirsiniz. Köylü her yerde köylüdür. İsterse üniversite mezunu olsun.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Bu soru 70’li yılların en büyük uğraşlarından biri olan “köylüyü nasıl adam ederiz?” sorusunun değişik bir versiyonudur. Kimdir bu soruyu soran? Şehrin insanı. Peki köylü böyledir de, Stryks marka dolmakalem kullanan, Marlboro sigarası içen, her sabah yürüyüşe çıkan, “falları grafiklerde bakılan”, konken partilerinde tombala çekerek yatacağı kadını belirleyen şehrin insanı mı makbuldür? Tabi ki hayır. Neden hayır? Çünkü Türkiye henüz köylülükten kurtulamadığı için şehirli olabilmiş ve kendine has, orijinal bir şehir kültürü inşa edememiştir. Yani Türkiye’de şehir kültürü de yoktur. Maalesef şehirlerimiz, İstanbul’da yaşayan herkesin kendini İstanbullu zannettiği gibi, şehirde yaşamakla şehirli olmayı aynı şey zanneden cahil ve ahmaklarla doludur. Bütün bildiği Amerika ve Avrupa şehirlerinde gördüklerini bir maymun kabiliyetiyle taklit etmekten ibaret şehrin insanı, köylümüzden daha beter bir durumdadır. Türkiye’de köylüyü savunan kimdir? Doğu Perinçek ve Ecevit zihniyetidir, onlar da sosyalisttir. Köylüyü tek okuduğu kitap olan Kur’an’dan, tek sosyal merkezi olan camiden ayırarak, Batılılaşmaya yani batmaya zorlayan bu politikaların komikliği ve de saçmalığı zaten bilinen bir olgudur. Yazının başında da belirttiğimiz gibi, Türkiye’de köylüyü savunan da köylülüğe karşı çıkan da yanlış yapmaktadır. Neden? Çünkü ikisi de bu milleti anlayacak yerlilikten uzaktır. Türkiye’de köylüyü ve köylülüğü dışlayan kimdir? Mesela, “Köylülerin çoğunlukta olduğu toplumlarda demokratik yapı gelişmez” tespitiyle bildiğimiz ve “Türkiye’nin önündeki en büyük engel köylülüktür.” diyen Mehmet Altan’ın yaklaşımını ele alalım. Bu yaklaşım doğru mudur? Söyledikleri doğrudur, ama yaklaşımı değil. Neden? Bu ülkede köylünün suçu zamanı geriden takip etmektir, buna karşın şehirlinin suçu tamamen zamanı kokutmaktır. Eğer bugün bu memleketin yarısı köylü nüfusu ve zihniyeti ise, bunun sorumlusu halen insanlık seviyesine çıkaramadığımız şehrin insandır. Neden? Dilerseniz bunu biraz açalım.
Şehrin insanı dinsizdir
“Köyü mesken tutmak aklı mezara koymaktır.” der Mevlana. Hadis olduğu da söylenen bu sözün taşıdığı bir anlam var elbet. Akıl en büyük nimettir. Onu işletmek, geliştirmek, okumak, araştırmak, incelemek gibi yollarla işlevini artırmak lazım. Peki, bunu köyde nasıl yaparsın? Toprak adamı, Cemil Meriç’in de dediği gibi, “…ancak cehennemden kurtulmak için okur. Kitap cennetin anahtarıdır.” Okuyup da ne yapacak köylü? Refahında bir değişiklik mi olacak? Hayır. Ona lazım olan, daha çok ekin, daha çok hasad. Belki bu yıl evin üstüne bir kat daha çıkabilirse ne ala. Gerisi hikayedir bu adama. Din sosyolojisi uzmanlarının köylülük zihniyeti üzerine yaptığı, “Köylünün dini yoktur. Onun din anlayışını tabiat şartları belirler,” türünden tespitleri hafife almayalım. Halkla köylü hemen hemen aynı şeydir ve az çok mürekkep yalamış herkes bilir ki halkın dini menfaatidir. O sadece menfaatlerini düşünür ve günü kurtarma peşindedir. Spengler, “Büyükşehir insanı dinsizdir” demişti, sosyologlar köylünün dinle alakası olmadığı iddiasında. O halde İslam temelinde medeniyeti inşa eden insan nerede ve nasıl yaşar?
Efendi mi köle mi?
Medeniyetin şehirde inşa edildiğini söyledik. Spengler’ın “dinsizdir” dediği insan, modern Batı dünyasının ürettiği, sadece kendini düşünen ve hiçbir kutsalı olmayan bencil şehir insanıdır. Günümüz dünyasında Batı âlemi eğer hakim güç ise ve biz ne yaparsak yapalım, kuralları onlar koyuyor ise bunu (bugün varolan düzeni) kurdukları şehirlere, bu şehirlerdeki ilim, ticaret, sanat ve edebiyat alanındaki gelişmelere, hasılı hayata dair ne varsa hepsinin yaşandığı ve geliştirildiği şehir fikriyatına borçludurlar. Malumdur ki, İslam da dahil bütün dinler şehirlerde ve şehir toplumlarıyla vücud bulmuş, yayılmış ve bir medeniyet halini almıştır. Neden böyledir? Çünkü şehirli olmak (şehirde oturmak değil) her alanda daha fazla imkanla birlikte daha çok sorumluluğu ihtiva eder. Medeniyetin sunduğu imkânlar, her ülkede, önce şehirlere ulaşır. Bu noktada köy ve köylü, en son gidilen yer veya kimsedir. Niçin? Çünkü köylü tabi olunan değil, tabi olan kişidir. Yığın, bir diğer anlamda sürü olarak görülür köylü. İkna edilmesi kolaydır, çünkü bilgisizdir.
Köylü: Biraz sessizlik
Türkiye köylülükten kurtarılması veya kurtulması gereken bir devlettir. Fakat bundan önce, şehir insanının şehirli insan hüviyetine uygun bir donanıma sahip olması gerekir. Ancak bundan sonra köylüye gidilir ve bir kültür sunulur. Türkiye’de köylülük en büyük engeldir diyen Mehmet Altan haklıdır, ama bu eleştiriyi yaparken kriterleri tamamen Avrupa ülkeleridir ki, bu yaklaşımı doğru bulmuyoruz. Evet, köylülükten kurtulmalıyız, ama Mehmet Altan’ın söylediği şekilde değil. Efendim, İngiltere 1750’de köylülüğü bitirmiş de biz neden geri kalmışız? mantığıyla bu mesele halledilemez. Hal böyle olunca Doğu Perinçek çıkar, köylüyü savunur ve bunu yaparken de Marks’tan, Lenin’den, Mao’dan bahseder. Müslüman Anadolu köylüsüne Marks gözlüğüyle yaklaşmak, nasıl Türkiye’nin kurtuluşu olacak, bunu gerçekten merak ediyoruz. Bu noktada sayın Ahmet Turan Alkan’ın yaşadığı ızdırabı paylaşıyoruz. Köylülük geriliktir, görüldüğü yerde ezilmelidir. Fikren de böyledir, zikren de böyledir.
Görüşler
MEHMET ALTAN : KÖYLÜLÜK EN BÜYÜK ENGELDİR
Kendi sorunlarını görmemek için gözlerine mil çeken Türkiye’nin gelişmesinin önündeki en büyük yapısal engel köylülük ve tarımdır. Türkiye, inatla görmezden geldiği ve çözmemekte direndiği bu konuyu hayatın zorlaması sonucunda görmek zorunda kaldı… Köylülük sadece fakirlik değil, bir zihniyettir. Köylülerin çoğunlukta olduğu toplumlarda demokratik yapı gelişmez, birey ortaya çıkmaz. Böyle bir toplum; demokratik haklar peşinde olmaz, faili meçhul peşinde koşmaz, Susurluk’a kafa kaldırmaz, derin darbelere ses çıkartmaz… Türkiye bu sorunla yaşayamaz. Yapısal bir değişikliğe gitmeden ne bu sorun, ne de bu soruna bağlı olarak ortaya çıkan diğer sorunlar çözülebilir. Yeryüzüne ulaşmak istiyorsak, köylülük yakamızdan düşmeli…
Köylülük sadece bir ekonomik fakirlik değil, bir zihniyettir de. Bu, dünyayı algılamakta zorlanma demektir. Bu zihniyeti aşmadan Türkiye sorunlarını çözemez. Türkiye’nin bugün en önemli sorunu köylülüktür.
Dünya köylülüğü bitirmek istiyor. Eğer Türkiye bu yönde irade gösterirse, dünya bize tahminimizden daha fazla yardım eder ve 20 yılda köylülük çok farklı noktaya gelir. Ama Ankara mevcut sistemi devam ettirmek, köylülüğü korumak istiyor. Türkiye’de çözümleri engelleyen çok güçlü bir ’saray yapısı’ var. Bizdeki Osmanlı artığı askeri yapılanma, köylüleri köylerde tutarak kendi iktidarını güvence altına alıyor. Siyasetçi de bu yapının türevi olduğu için buna karşı çıkmıyor. Köylülerin çoğunlukta olduğu toplumlarda tepkiler gelişmez, birey ortaya çıkmaz, demokrasi arzusu yükselmez. Öyle bir toplum demokratik haklar peşinde koşmaz, faili meçhuller peşinde gitmez, Susurluk’a kafa kaldırmaz, askeri darbelere ses çıkarmaz.
AHMET TURAN ALKAN: GÖRÜLDÜĞÜ YERDE EZİLMELİ
İslâm dünyasında kalkınma fikriyle doğrudan ilgili olmasa bile dinin doğru algılanması meselesini yakından ilgilendiren mühim bir yaygın dert var; bu dert köylülüktür ve köylülük inanç da dahil, iktisadi, sosyal ve kültürel boyutları ile doğru teşhis edilmesi gereken bir problemdir.
“İslâm dünyasının en büyük düşmanı köylülüktür; görüldüğü yerde ezilmeli” sözüne hak verdirecek derecede önemli bir “gerilik” kategorisidir köylülük.
Ülkenin son yarım asrında olup biten herşey, köylülerin şehirlere yürümesinin muazzam tesirinden kurtulabilmiş değildir. Köylülük, şehirlilik halinin zıddı. Sadece şehirde yaşamak şehirlilik anlamına gelmez; şehir insan ilişkilerinin, ekonominin, hukukun, meslek ve uzmanlıkların, zihni hayatın en üst seviyede evrensel meydan okumaya tabi kaldığı ve buna mukabil cevap ürettiği yerdir.
Köy ufukları dardır; köyde insan zihnini problem çözmeye sevk eden pek az saik vardır. Elbette köy hayatı zamanla kendi dengelerini bulmuş, kurumlarını oluşturmuş, hayatını sürükleyecek temel mekanizmaları inşa etmeyi başarmıştır. Ne var ki “köy âhengi” diyebileceğimiz bu dengeler, şehir ölçeğinde işe yaramayacak kadar iptidai kalır. Bu yüzden köy, sosyolojik bir kategori olarak geridir ve bu mânâda bütün dinler “şehirli” yani medeni bir muhteva taşırlar.
DOĞU PERİNÇEK : DEMOKRATİK DEVRİM ÖZÜNDE KÖYLÜ DEVRİMİDİR
Demokratik devrim, özünde köylü devrimidir. Demokrasi, köylünün uyanış ve özgürleşmesidir. Köylüye tavır, aslında demokrasiye tavrı yansıtır. Köylüden yana olan, demokrasiden yanadır; köylüye karşı olan ise, demokrasiye karşıdır. Bu ölçüt, Avrupa’nın eski burjuva demokratik devrimleri için de geçerlidir; Ezilen Dünya’nın emperyalizm çağındaki milli demokratik devrimleri için de.
Atatürk, demokratik devrim önderi olarak, “Köylü milletin efendisidir” demişti. Köylü milletin efendisi olmalıydı, özgürleşmeliydi; ağasına ve şeyhine bağımlılıktan kurtulmalıydı.
Bugün Türkiye’de demokrasi, esas olarak köylünün dönüşmesinden başka bir şey değildir. Peki köylü nasıl dönüşecektir, “yakamızdan düşerek” mi? Bu soruya verilecek cevap, demokrasi güçleri ile demokrasi düşmanları arasındaki saflaşmayı belirlemede denektaşıdır.
Neoliberal tayfa, “köylüde demokratik tepki gelişmez, köylü Susurluk’a kafa kaldırmaz” diyor. Atatürk ise, köylüye efendi olmayı yakıştırıyor. Lenin ve Mao da öyleydi. Hatta Marks, Avrupa’daki 19. Yüzyıl devrimlerinin köylüyü yeterince harekete geçiremedikleri için başarısızlığa uğradıklarını saptadı.
Çağımızın milli demokratik devrimleri, yüz milyonlarca köylüyü tarih sahnesine çıkardı. Köylü ayağa kalkarak özgürleşti ve olabildiği kadar efendileşti. Köylülük, demokratik devrimlerin hem başarısını, hem de eksiklerini ve zaaflarını belirlemiştir. Ancak bu eksikler ve zaaflar, tarihsel sürecin yetersizlikleridir.
M. K. ATATÜRK : “Köylü milletin efendisidir!”
Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim: Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten çok refah, saadet ve servete layık olan köylüdür. Binaenaleyh, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin iktisadi siyaseti, bu temel hedefi gerçekleştirmektir.
Efendiler! Diyebilirim ki bugünkü felaket ve sefaletin tek nedeni bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Filhakika; yedi asırdan beri dünyanın çeşitli bölgelerine sevk ederek, kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil daima horlayarak karşılık verdiğimiz ve bunca fedakarlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, zorbalıkla uşak derecesine indirmek istediğimiz bu asli sahibin huzurunda bugün büyük utanç ve saygı ile gerçek duruşumuzu alalım. Efendiler! Milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki mesaisini çağdaş iktisadi tedbirler ile azami ölçüye ulaştırmalıyız. Köylünün mesaisinin sonuçlarını ve faydalarını kendi menfaati lehine azami ölçüye vardırmak iktisadi siyasetimizin esas ruhudur.
TBMM Üçüncü Toplanma Yılı Açış Konuşmasından
(1 Mart 1922)