7 Aralık 2007 Cuma

Köylülük ve İslam İlişkileri Tartışmasına Bir Derkenar



Artık şahsi hassasiyetleri bir tarafa bırakarak görelim ve kabul edelim ki köylülük dünyanın her yerinde "şehirli birikim"e nazaran geri bir içtimai kategoridir. Eyüp Ersoy isimli okuyucunun Okur Hattı köşesinde yayınlanan ve "İslâm ve köylülük" anafikri üzerinde kaleme aldığım üç yazıya sert tenkidler yönelten mektubuna cevap vermek ihtiyacı duyuyorum. Daha uzun süre yazmam gerektiğini bildiğim halde, bıkkınlık vermemek düşüncesiyle son verdiğim bu anafikre bir kere daha dönmemi anlayışla karşılayacağınızı ümid ederim.


Okuyucu önce "köylü İslâmı" ve "şehir İslâmı" kavramlarının açıklığa kavuşturulması gerektiğini belirtiyor. Haklıdır ve bilebildiğim kadarıyla bu soruya cevap vermeye çalışacağım. Ne var ki Eyüp Ersoy, tenkid mektubunda şahsi ithamlarda bulunarak beni, "sosyolojik vakaları aristokratik bir tiksinti bulaşmış yaklaşımla incelemek"le suçluyor. Bu meseleden bir şahsiyat davası çıkarılabileceğini ümid etmezdim. Bu satırların yazarı ne aristokrattır, ne de aristokratik bir tiksinti refleksinin sahibidir; o, Türkiye nüfusunun takriben yüzde 80"ininin şehirlerde yaşamakla birlikte en azından yüzde 70"inin köy kökenli olduğunu elbette biliyor. Onu, okuyucularının en azından yüzde 70"ini aşağılamakla suçlamak elbette sâlim bir fikir değildir. Adı geçen üç yazıda kullanılan "köylülük" kavramı hakaret kasdı taşımıyor; kaldı ki köylülüğün antitezi aristokratlık değil, yüzde yüz İslâmî bir mantıkla "şehirlilik"in ta kendisidir ve dilimin döndüğü kadar bu fikri izah etmeye gayret edeceğim.

Bir yazarın vaktiyle yazdığı şeyleri referans olarak kullanmasını hiç de nezih bulmuyorum ama bu noktada mecburum. Aşağıda okuyacağınız fasıl, Türkiye Günlüğü Dergisi"nin 26. sayısında (Ocak-Şubat 1994) ve daha sonra yazarın "Ateş Tecrübeleri" isimli kitabında "İslâm"ın köylü ve şehirli pratiği üzerine notlar" başlığıyla yayınlanmıştır.

İslâm bir şehir medeniyetidir!
İslâm, Arabistan ceziresinin en büyük şehrinde doğdu ve ikinci büyük şehrine nakledilmek suretiyle üniversal bir performansa erişti. İslâm"ın doğuş yıllarında Arabistan"da şehir hayatının antitezi Bedevilikti [R.B. Serjeant, "Arabistan"da Toplumsal Tabakalaşma", İslâm Şehri, Ağaç Yayınevi, İstanbul, 1992, s. 177 vd. Yazar, İslâm"ın Bedeviliğin değil Hadar"ın yerleşik bölgelerindeki kabilelerin dini olduğu iddiasına delil olarak, Kur"an"ın Tevbe Suresindeki 97"nci ayeti göstermektedir: "Bedevilerin küfür ve nifakları her yönden, daha ileridir..." Yazara göre Kur"an Bedevi çölünü inançsızlık ve isyanda şiddetli bir bölge (El-A"rabü eşeddü küfran) olarak nitelemektedir]. Hz. Muhammed"in hicretten sonraki siyasi hedeflerinden biri de, Cahiliye devrinden kalan Bedevi kabile teşkilatına son vererek onun yerine mü"minlerden oluşan bir şehir toplumu inşa etmekti (Bu hususta Diyanet Vakfı"nın yayınladığı İslâm Ansiklopedisi"nin "Bedevîlik" maddesi doyurucu bilgi vermektedir - 5. Cilt, s. 315-. Burada Hz. Peygamber"in Bedevileri sert, katı yürekli ve kibirli bulduğu, "Kim çölde oturursa katılaşır" ikazında bulunduğu -Müsned, II, 371- gibi bilgiler de verilmektedir. Bedevi tabiatını aksettiren şu rivayetteki nükte ne kadar hoştur: Peygamber, bir Bedevi"nin şöyle dua ettiğini işitir; "Ey Allah"ım beni ve Muhammed"i bağışla! Bizimle birlikte bir başkasına rahmet etme!" ve onu ikaz eder -Buhari, Edeb, 27-. Bedeviler, sayıca üstün buldukları düşman güçleri karşısından kaçarak ordu bozmalarıyla bilinirlerdi. Bir siyasi fırka olarak Hariciler"in de bir kısmı Bedevi"ydi ve gerek din, gerek siyaset sahalarında Bedevilikten gelen görüş ve davranışlar sergilemişlerdi. Kur"an"da Bedevilik anlamına gelen "A"râbî"liğin sert dille tenkid edilmesi, bu özelliklerine bağlanmaktadır). Medinetü"l Fâzıla, işte böyle bir cehd neticesinde ortaya çıkmış, yeni bir sosyolojik vakıadır. İbn-i Haldun, Bedevi hayatını, devleti kuran ve geliştiren irade olarak vasıflandırdığı "asabiye" kavramı açısından şehir atmosferine göre daha enerjik bulmaktadır (Mukaddime, I. cilt, M.E.B. Şark İsâm Klasikleri, Çev. Z.K.Ugan, İstanbul, 1989. s.309, 314, 350 ve 352). Ama dört halife devrinde İslâm, siyasi platformda büyük bir değişime uğrayarak kendi dinî retoriğini devletleştirmek zaruretinde kaldı. Kuzey Afrika, İspanya ve ön Asya"ya yayılan İslâm devleti, yeni yönetim ve temsil problemlerini kendi üslubuyla çözmek zorundaydı. Bu çözüm tarzı, sonradan esaslı tenkidlere konu olduysa da siyaseten başarılıydı. Gelişme devrinde İslâm devleti, iki büyük şehir inşa ederek "temeddün" kabiliyetini isbat etmiştir. Bu şehirler Bağdat ve Kahire idi. Bizzat Müslümanlar tarafından planlanan ve hayata geçirilen bu şehirlerle İslâm, gündelik hayata dair tezlerini kuvvetle ifade edebildi. Gündelik hayat, İslâm"ın menşurundan bu şehirlerde yeni değerler buldu.

İslâm tarihinin bütün büyük dönemeçlerini, belli başlı İslâm şehirlerinin tarihiyle izlemek mümkündür: Sırasıyla Medine, Bağdat, Kûfe, Kahire, Endülüs, Semerkant, Şam, Diyarbakır, Tebriz, Haydarabad, Konya ve nihayet İstanbul özel tarihleri içinde İslâm"ın mahalli yorumlarına tanıklık ettiler. Bu beldeler içinde bizi en ziyade ilgilendiren şehir elbette İstanbul"dur. Sanıldığının aksine İstanbul, sadece İstanbulluların değil, bütün Osmanlı birikiminin ve bu birikime sahip çıkan herkesin sahip olduğu bir şehirdir.

Köy-şehir mukayesesi yapıldığında...
Bu durumda değerli okuyucunun "dinin fıkhen değilse bile niyet itibariyle köylerde daha temiz şekilde yaşandığı" iddiası üzerinde durmak lâzım. Sayın Eyüp Ersoy, meseleyi halen köyde yaşayanlara ve köy kökenlilere bir sataşma olarak algılamayı tercih etmiş, halbuki dini ve sosyolojik bir kavram gibi görüp değerlendirmesi beklenirdi.

Eyüp Ersoy"un iddiası tekil örnek olarak mümkün ve muhtemel, bir kavram ve kurum ölçeğinde imkânsızdır. Zira, köy kendi çevresine kapalı ve esasen periferik bir sosyal birimdir. Fikir ve bilgi alışverişi, bilginin yayılma ve tesir hızı şehre göre son derece düşüktür. Köyün politik yapısı ve güç ilişkileri basittir. Köy, işbölümü ve uzmanlaşmanın en zayıf derecede tecelli ettiği yerdir. Haberleşme imkânları kıt, sosyal ilişkiler şebekesi dar, ilişki yoğunluğu düşüktür. Bir iletişim aracı olarak dil, köy vasatında asla medenî bir zenginliğe yükselemez; köy ağzı, ancak orijin olarak kendi çapında değerli sayılabilir. Buna mukabil girift hukuki problemler ve çözümleri, dil ve edebi verimlerin zenginliği, politik münasebet ve kavramların geliştirilmesi, büyük kalabalıkların fikri, medeni, sıhhi ve fiziki ihtiyaçlarının tanzimi ancak şehirlerde çözülmesi mümkün meselelerdir. Dünyanın bütün dinleri, bu parametreler itibariyle "şehir dini" niteliği taşımak zorundadır zira insanlığın en girift meseleleri şehirlerde tezahür ediyor ve bir din bu problemlere en azından bir çözüm çerçevesi getirmek zorundadır. Dolayısıyla bir kavram olarak İslâm"ın köyde daha temiz ve aslına sâdık şekilde yaşandığı tezi safderun bir yaklaşımdır ve okuyucunun şahsi intiba ve beklentilerini aksettirmektedir.

Köylüler değil, "köylülük" geri bir kategoridir
Ve artık şahsi hassasiyetleri bir tarafa bırakarak görelim ve kabul edelim ki köylülük dünyanın her yerinde "şehirli birikim"e nazaran geri bir içtimai kategoridir. Bir medeniyet, kendi köyünü ve köylüsünü (burjuva veya aristokrat değil; Sayın Ersoy bu kavramların derununu bilmeden kullanıyor) "medenî" olanın, yani "şehr"in tehzibine çekmeyi başardığı ölçüde çağın meydan okumasına cevap üretebilir veya köy kriterlerine mağlup düşerek problem üretme kabiliyetini kaybeder. Bugün idrak edilmekte olan İslâm, dünya çapında "medenî" birikime istinad edemiyor; geçmişin tecrübelerini tekrar ederek ayakta kalmak gayreti içindedir ama bu gayret, içinde yaşadığımız ân için, dışardan gelen "challange"a yani meydan okumaya mânidar cevap veremiyor. Bu eğer bir kabahatse bu kabahat bizatihi İslâm"ın bünyesine mal edilemez. Köylüleri de maznun sandalyesine oturtamayız. Eğer bir suç varsa bu, İslâm âleminde "köylülük" hâl ve hâletinin dominasyonunu seyretmekle yetinen, bu halden şekvâ yerine savunmaya kalkışan zihniyette aranmalıdır.

/Ahmet Turan Alkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder