6 Aralık 2007 Perşembe

Ev Dediğin Dünyadır.


İnsan ne kadar süre sadece denize bakabilir? Deniz sesi ninni midir? Köpekler niye peşimden ayrılmıyormuş? Huzur ve mutluluk buradaysa bile, ben evimi özledim...


 Gece yağmur yağınca, ertesi gün nispeten soğuk bir havaya uyanacağını sanıyor insan. Öyle olmadı. Yağmur rüzgarı da yıkamış, silmiş sanki. Kumsalda bir kayık gördüm. Biraz gezebilir miyim? Güneşin suya düştüğü ışık selinin içinde kürek çekerken, herhalde budur dedim, işte şu hayatın en güzel anlarından birini daha yaşıyorum. Mutluluksa mutluluk. Huzursa huzur. Kayıkla gezmeyi, kürek çekmeyi severim. Ama insan, gidecek bir hedefi yoksa, açıkta denize atlayıp yüzmeyecekse mesela, koyda dön babam dön, kaç tur döner en fazla? Belki daha bile azdır, diyelim yarım saat. Mutluluksa mutluluk. Huzursa huzur. Hepi topu yarım saat mi yani? Üstelik ellerim acıdı. Avuçlarım su toplayacak mı?
* * *
Hava rüzgarlı bile olsa, balkonum korunaklı. Güneş de eğer bulutların arkasında değilse, ki genellikle değil, sıcacık oluyor. Kahvemi alıp balkona çıkıyorum. Denize bakmaya gayret ediyorum. Kendime ısrar ediyorum: "Bak, denize bak, huzur ve mutluluk işte bu manzarada, denize bak, bak!" Gazete-kitap falan okurken başımı kaldırdığımda denizi görmekten hoşlanıyorum. Ama huşu içinde saatlerce denize bakmak...Henüz o kadar ermemişim. Hem bundan binlerce yıl önce insanlara "Denize bakıp huzur ve mutluluk bulacaksınız" denseydi, "Bi'sus kardeşim" derlerdi herhalde. "Bi'sus kardeşim" diyorum kendime.
* * *
Balkonumda kitap-gazete okudum. Elimde uzun bir sopa, sopanın ucuyla kumda zikzaklar çizerek yürüyüşler yaptım. Gece yatarken denizin sesini dinledim. Hayır, ninni gibi gelmedi. Ben fonda televizyon sesiyle uyumaya alışık insanlardanım. Nerede bir soba bulsam, kedi gibi sobaya yanaştım.
* * *
Şimdi Club Gümüşlük'teyim. Koltuğu yine sobanın yanına çektim. Kucağımda bilgisayar. Yanımdaki sehpada bir orta kahve... Başımı kaldırdığımda, işte deniz, hiçbir yere gitmemiş. Yan masada tavla oynanıyordu. Üst üste üç düşeşten sonra tavlanın tadı kaçtı, şimdi King'e dördüncü aranıyor. Kapının hemen dışında, olur ya giren-çıkan bir parça yiyecek verir diye sahipsiz iki köpek yatıyor.
* * *
Köy köpekleri beni sahiplendiler, nereye gitsem izliyorlar diye pek bir sevinmiştim buraya ilk geldiğimde. Ah romantik şehirli! Sahipli Altıparmak yemeğini yemiş, sobanın yanına yayılmış uyuklarken "Bundaki keyif kimsede yok" dedim. Ve sonra aniden... Şu köpekler, hani sahildekiler... Yoksa beni takip etmelerinin sebebi... Değildir canım...  Beni sahiplenmek değil de sahiplenilmek olabilir mi? Sahip arıyor olabilirler mi? "Tabii ki öyle" dediler, saflığıma gülüp: "Köpekler tasmanın hazır yemek, sıcak döşek olduğunu gayet iyi biliyorlar." Evet, biliyor olmalılar. Tasmalı köpekler sahildeki kahvelerin kapalı kısımlarına girebiliyor, karınlarını doyurup sobanın yanında yatabiliyorlar.
Yine de... Tasmanın köpek dünyasında arzu edilir bir şey olmasına, köpekler arasındaki hiyerarşide en üst noktalardan biri haline gelmiş olmasına üzülmek çok mu saçma?
* * *
Özgürlüğün uygarlıkla birlikte sona erdiğini söyleyen filozof her kim idiyse, o filozof kesinlikle haklı.
Uygarlıkla birlikte yeni özgürlük tanımları yaptık tabii. Sıcakta oturma özgürlüğü... Orta kahve sipariş etme özgürlüğü... Sıcak ve kahve ve manzara ve manzaraya nazır pişmiş balık satın alabilme özgürlüğü...
* * *
Cemil Meriç "Özgürlük, kendini bir yere, bir şeye bağlamak değilse; o zaman ne işe yarar ki!" diye yazmış. Bu mudur? Nereye, neye bağlanacağız? Irka mı, dine mi, toprağa mı, ideolojiye mi?
* * *
Şu hayattaki tüm arayışların ardından dönecek bir eve sahip olma özgürlüğü... Babam olacak yaştaki birinin annesi hep şöyle dermiş: "Ev dediğin dünyadır." Ben evimi özledim.

Bu ne ki, daha ne gözlemlerim var benim!

Acayip gözlem yeteneği var bende. Nasıl anladım köpeklerin asıl niyetini şıp diye. Geçen gün yine bir köpek eşliğinde yürüyüşün ardından içerinin sıcağına sığınmış çay içerken, pencereden bize mahzun mahzun bakan köpeği gösterip "E tabii, o kadar yürüdü bizimle. Şimdi o da içeri girip dinlenmek istiyor" dedim. Herkes şaşkın şaşkın bana baktı.  Ebru "Bu ne ki?" dedi, "Tuba müthiştir..." Ve buradakilere üniversite yıllarımızda vuku bulan bir hadiseyi anlattı. "Benim bir arkadaşım vardı bölümden" diye başladı, "Adı Ali Ziya'ydı. Öyle çok yakın bir arkadaş değil ama karşılaşınca durup konuştuğum biri. Tuba'yla da tanıştırdım. Sonra yine Tuba yanımdayken birkaç kez daha karşılaştık. Hatta birlikte çay falan içtik. Yine bir akşam Ali Ziya'yı gördük. Durduk konuştuk. Ali Ziya yoluna, biz yolumuza giderken, Tuba ne dedi peki? 'Ali'yle Ziya' dedi, 'birbirlerine ne kadar benziyorlar değil mi?'" Penceredeki köpek, bizimle yürüyen köpek değilmiş. Benzemiyorlarmış bile!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder