7 Aralık 2007 Cuma

Köyden İndim Şehire


Tarım Bakanımız'ın verdiği bilgiye göre son yıllarda köylü nüfusu azalarak yüzde 30'un altına inmiş. Bu habere sevinenler olacaktır. Onlar Türkiye'nin selâmete kavuşmasını “köylülükten kurtuluş” ta görenlerdir. Bu görüşe göre köylüler “köylülükten kurtulup” ne oluyorlar, herhalde (!) şehirli oluyorlar.


Haberi endişe ile karşılayanlar da olacaktır. Onlar “geldiler her tarafı kapladılar, her yeri berbat ettiler” diyenlerdir. Başbakanımız da endişeli olmalı ki “İstanbul'da vize” sözünü söyledi ve epeyce tartışmaya sebep oldu. Ortalama bir tarih ile bundan elli sene önce başlayan “köyden şehre göç” olayında (işin iktisadi, kültürel, sosyal vb. sebepleri çok işlendi, incelendi, bunlar bir yana) köylüler epeyce hırpalanmıştır.

Konuşmaları, oturup-kalkmaları, yeme-içmeleri, âdet ve ananeleri, giyim-kuşamları mizah konusu edilmiş; saflıkları ile dalga geçilmiştir. Onları içine alacak, misafir edecek, onlarla dayanışma sağlayacak mahalleler ise o yıllarda yıkılmak üzeredir. Yap-satçılar-şehirli ahali ve yöneticiler “rant” peşindedir. Uzun süren ve hâlâ sürmekte olan bu “rant kavgası” şehirlerimize “çarpık” bir hüviyet kazandırmıştır. Çarpıklık zamanla o hale geldi ki, içinden çıkılmaz bir sorun oldu. Şehre inen köylü yapayalnız idi. Ona başını sokacak bir ev, çalışacak bir iş verecek ne bir kimse ne bir kuruluş vardı. O da kendi başının çaresine baktı, gecekondusunu inşa etti. Ardından hastalandığında bir yudum su verirler diye hemşehri derneklerine veya bir cemaata katıldı. Köylü şehre inmişti ama hâlâ köylü idi. Şimdi de öyledir. Ülkenin yüzde 30 köylü nüfusuna yüzde 30 da şehirdeki köylüyü ilave etmek lazımdır.

Bu arada beklenen sanayileşme gerçekleşmemiş, montaj aşamasında kalmış, hizmet sektörü yerinde saymış, istihdam kendiliğinden bir istikamet tutturmuş; pazarcılık-işportacılık vb. gibi işler yaygınlık kazanmıştır.

Şehre inen köylü (inmek fiili olduğuna göre yüksekçe bir yerden geliyor, dağdan olmasın) böylece kendine yeni bir yaşama alanı, yeni bir güvenlik alanı, yeni bir kültür, yeni bir yaşam tarzı kurdu. ('Arabesk'in doğuşu).

Gelip geçen bütün hükümetler, yönetimler ülkenin bu en önemli meselesine gereken itinayı göstermedi, çözüm üretmedi.

Böylece iki asırdır alafranga ve alaturka olmak üzere bir gövdede iki başlı yaşayan şehir toplumuna bir üçüncü baş ilave oldu. Mesele giderek karmaşık bir hal alıyordu. Öyle bir hal ki batılı ölçülerle bunu analiz etmeye kalkan bütün akademisyenler yanılmaktan kurtulamadı.

Geçen zaman içinde göç göçlükten çıktı, bir sel olup aktı ve bütün metropelleri işgal etti. Herhangi bir disiplin, gelenek, denetim, eğitim görmediği için “başına buyruk” hale geldi. Öyle ki ilk kuşağın torunları artık dedelerini tanımıyor.

Asayiş (Şu günlerde metropollerde suç oranlarının alabildiğine arttığı gözlemleniyor) meselesinin temelinde elli yıldır süren ihmalin doğurduğu hercümerc yatmaktadır. Peki bir çözüm var mı, bir geriye dönüş, bir ferahlık penceresi.

Bana sorarsanız 1983'te ülkenin bütün ormanlarını turizm yatırımlarına açan zihniyet bunun yerine “tarıma dayalı sanayi-organik tarım”a ağırlık verseydi manzara epeyce değişecekti.

Nasıl?

Bir örnek: Bu yıl Türkiye'nin ürettiği kaliteli kirazın tamamı İngilizler tarafından henüz ürün yetişmeden satın alınmıştır. Türkiye dışarıya vida, cıvata satarak geçinmek zorunda değil. Kiraz daha çok kazandırıyor ve çevre kirliliği yapmıyor. Başımıza ne geldiyse “kirazı küçümseme”den gelmiştir, inanın.

Türk insanı rızkını aramak için İsveç'ten Libya'ya kadar nerede iş varsa gitti.

Çileye yatkındır ve çalışkandır.

Kendi köyünde kendini geçindirecek, çoluk-çocuğunun istikbalini aydınlık kılacak hayat şartlarını bulsa gurbete çıkar mı? Mesele köylüde ve köylülükte değil yönetimin elindedir.

Elli yıldır bu böyledir.

Umarız bir elli yıl daha sürmez.

Yeni Şafak Gazetesi
Çarşamba, Mart 28, 2007 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder