8 Aralık 2007 Cumartesi

Bu Halkı Anlamak Ne Kadar Zor?



"Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin, ülkenin iktisadi evrimi ile çatışma ve 'uyum' durumu, sınıfsal plana, oligarşinin başta proletarya olmak üzere, emekçi yığınlarla çatışması, feodallerle 'uyum'lu çatışması, köylülükle "iktisadi uyum" çerçevesinde 'uyum'u şeklinde yansır. Oligarşinin feodallerle ve köylülükle olan uyumu, ülkedeki nispi demokratik ortamın temelini oluşturur.

Ülkedeki nispi demokratik ortam, feodallerin üst yapısal olarak varlıklarını sürdürmeleri için gerekli bir 'demokratik' ortam olduğu gibi, köylülüğe de o iktisadi 'uyum' için gereklidir.
     
Tarihi gelişim içinde bu nispi 'demokratik' ortamın yaşatılmasında feodallerin varlıklarını üst yapıda devam ettirme gerekçesi, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin feodal üretim ilişkisi ile çatışmasının artması ve feodallerin tasfiyesi oranında ortadan kalkmaktadır. Ancak, bu durumdan dolayı, nispi demokratik ortamın kaldırılma durumlarında, tekelci burjuvazinin feodallere tavır alışını 'tek başına' ele almak, hele hele 'uyum' için buna başvurduğunu söylemek, son derece büyük hatadır. Böylesine bir hata içinde olmak, bizi oligarşinin yanına savurur. (Ülkemiz devrimci pratiğinde bunları gördük ve görmekteyiz.) Bugün ülkemizde nispi demokratik ortamın yaşamasının temel nedeni, köylülüğün (ve ülkemizde tarihi bir etkinliği olan şehir küçük burjuvazisinin sosyal ve siyasal olarak) iktisadi 'uyum' içinde siyasal olarak yedeklenmesindendir. Bir başka deyişle, ülkemizdeki nispi demokratik ortamın yaşamasının sınıfsal temelinde, köylülüğün ikili tavrı yatar." (İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz.)



"Solcu" olduğunu söyleyen herhangi birisine sorulduğunda "feodalizmin" çoktan yok olduğunu, feodallerin hiçbir etkinliğinin kalmadığını söyleyecek ve çevresinden vereceği örneklerle bu "sanısını" destekleyecektir. "Solcular" için, varsa da, yoksa da kentler vardır. Kırlar, köyler, köylülük ve tarım çoktan unutulup gitmiş, neredeyse "tarih" kadar eski olmuştur.
     
Ama aynı "solcu"lar, şeriatçılık konusu açıldığında, şeriatçıların ne kadar güçlendiğinden hiç çekinmeden söz edebilmektedirler. Hatta biraz "bilgiç" olanları, şeriatçılığın "feodal bir ideoloji" olduğuna ilişkin saatlerce nutuk atabilecek kadar çok konuşurlar.
     
Böylece birbirine taban tabana zıt iki tutum ve yorumla karşı karşıya kalırız.
     
Kendisini "solcu" olarak kabul eden şehir küçük-burjuvasının, İlker yoldaşın köylülük için belirttiği ikili tavır ve karakter, "ne olacak bu memleketin hali" söz konusu olduğunda açık ve net olarak görülür.
     
Tıpkı köylülük gibi şehir küçük-burjuvazisi de ikili karaktere sahiptir.
     
Feodal üretim ilişkilerinin bir parçası olan köylülük, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak sınıfsal ayrışmaya uğramıştır. Dolayısıyla temelinde küçük meta üreticiliğinin bulunduğu geniş köylü kitlesi, kır küçük burjuvazisini oluşturur.
     
Kır küçük-burjuvazisi, küçük meta üreticisi, küçük köylü, her durumda kentlerdeki karşılığı olan küçük-burjuvaziyle benzer sınıfsal özelliklere sahiptir. Aralarındaki tek fark, kentlerdeki sanayi ve hizmetler sektöründeki ekonomik ilişkiler ile kırlardaki tarıma dayanan ekonomik ilişkilerdir.
     
Ülkemizde gelişen kapitalizm, yukardan aşağıya, dış dinamikle (emperyalizm) geliştiğinden, gerek kent, gerek kır küçük-burjuvazisi, sınıfsal özelliğinden beslenen ikili karaktere sahiptir. Sınıfsal özelliği küçük burjuva olmasıdır.
     
Bu özelliğiyle kent ve kır küçük-burjuvazisi, bir yanıyla burjuvaziye, diğer yanıyla proletaryaya yaklaşır. Kapitalizmin olağan mülksüzleştirme ve proleterleştirme süreci içinde yaşayan küçük-burjuvazi, her durumda proleterleşme "tehdidi" altındadır. Dolayısıyla proleterleşmekten korkar. Kapitalizmin nesnel süreci, doğası ise, küçük-burjuvazinin proleterleşmesini kaçınılmaz kılar.
     
İşte bu proleterleşme "tehdidi" altındaki küçük-burjuvazi, her durumda kendi sınıfsal ideolojisine uygun olarak proleterleşmekten çıkış yolları düşler. Bu, onun aynı zamanda "burjuva" niteliğinden kaynaklanan büyük ya da orta "burjuva olma" özlemi ve istemi olarak ortaya çıkar.
     
"Solcu" küçük-burjuva için (ki kendisine "küçük-burjuva" denilmesinden hiç hoşlanmaz ve içgüdüsel bir tepki gösterir), kendisi dışındaki kent küçük-burjuvaları "kaypaktır", güvenilmezdir, "burjuva olma" hayali içinde işçi sınıfına ve ülkesinin geleceğine (bağımsızlığına) ihanet eder.
    
Ama konu kırlara, köylülere geldiğinde, "solcu" küçük-burjuva, köylülüğün ne denli gerici ve yobaz olduğunu, "gelişime" ne kadar kapalı olduğunu söylemekten kaçınmaz.

"Ezber bozan" solcu küçük-burjuvanın bu köylü karşıtlığı, sözcüğün tam anlamıyla burjuva bir tepkiden başka bir şey değildir. Köylülüğü ve köylüleri anlamak için hiç çaba göstermez. Onun feodalizm hakkında duydukları ve bildikleri yeterlidir!! Dolayısıyla "ezber"den konuşur.
     
Oysa henüz feodal üretim ilişkilerinin bir parçası olan köylülüğün içinde bulunduğu durum, toplumsal ve siyasal tutumu, tümüyle feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin gelişmesiyle birlikte değişime uğrar. Bir tarihsel dönemde feodalizmin parçası olan köylülük, gelişen kapitalizm koşullarında kapitalist ilişkilerin (pazar) bir parçası haline gelirken sınıfsal ayrışmaya uğrar.
     
Feodal dönemin bütünsel ve sömürülen sınıfı olan köylülük, kapitalizmle birlikte bütünselliğini yitirir, kendi içinde ayrışmaya, sınıfsal farklılaşmaya uğrar. Feodalizmin tasfiye süreci devam ettiği sürece, bu sınıfsal farklılaşma sürüp gider.
     
Kapitalizmin gelişmesi (ister iç dinamikle, ister diş dinamikle gelişsin), köylülüğü sınıfsal olarak ayrıştırırken, büyük bir bölümünü proleterleştirir, bir diğer büyük bölümünü de küçük meta üreticisi haline dönüştürür.
     
Sınıfsal ayrışmaya uğramış köylülük, kapitalist pazar ilişkilerine tabi kılınmış ekonomik ilişkiler alanı içinde yer alır. (Feodal köylülüğün kapitalizme eklemlenmesi şeklindeki tüm teoriler, feodal köylülüğün sınıfsal ayrışmasını görmezlikten gelir.) Kent küçük-burjuvazisi gibi, kır küçük-burjuvazisi, genel olarak "köylülük" de, kapitalist pazar ilişkilerine bu tabiyetiyle birlikte, aynı zamanda kapitalist ekonominin bunalımlarıyla yüzyüzedir.
    
Ülkemizde kapitalizm dış dinamikle (emperyalizm) gelişmiştir, dolayısıyla çarpıktır. Bu nedenle, iç dinamikle gelişen kapitalist çelişkilerinin yanında dış dinamiğin (emperyalizm) belirlediği çelişkilerle de yüz yüzedir.
     
Böylece gelişen çarpık kapitalizm koşullarında feodal köylülük, büyük bölümüyle kır küçük-burjuvazisi haline dönüşürken, aynı zamanda çarpık kapitalizmin (emperyalizm ve onun dayattığı üretim ilişkileri) çelişkileriyle belirlenen toplumsal ve siyasal tutumlar sergiler.
     
Günümüzde köylüler (sözcüğün gerçek anlamıyla kır küçük-burjuvazisi) kapitalist pazar ilişkileri içinde yer alan herhangi bir kent küçük-burjuvasından farksızdır. Sadece üretim konusu, yöntemi ve ürün çerçevesinde farklılıklar gösterir.
     
Ülkemizin yakın tarihine bakıldığında, kent küçük-burjuvazisinin T. Özal döneminde "serbest pazar ekonomisi"ne nasıl uyumlandığı ve bu uyumlanıştan neler beklediği açıkça görülür. 1990'ların başlarına kadar "dört eğilimi birleştirdik" diye ortaya çıkan Özal, en "solcu"sundan en "sağcı"sına kadar tüm kent küçük-burjuvazisi için bir "vizyon" ve "umut" olarak kabul edilmiştir.
     
Özal dönemi, diğer bir ifadeyle 12 Eylül süreci, aynı zamanda ülkemizde çarpık kapitalizmin (dış dinamiğe bağlı kapitalizmin) artan oranda gelişmesi ve yaygınlaşması dönemidir. "İhracata yönelik sanayileşme" vb. demagojik ekonomi politikalarla, Anadolu'da varlığını sürdüren pek çok kapalı ekonomik ilişkiler ağı, kapitalist pazar ilişkilerine açılmıştır.
     
Özal döneminde "kapalı ekonomik ilişkiler" içinde yer alan büyük bir nüfus (köylülük), bir yandan hızla yoksullaşarak kentlere göç ederken, diğer yandan "pazar için üretim"e (artan oranda) yöneltilmiştir. Burada kullanılan en temel "enstrüman" (araç), kamu kaynakları olmuştur. Akıl almaz bir yolsuzluk dalgası ülkenin her yanını kaplamış, kamu kaynakları hiçbir yasal ve idari dayanağa sahip olmaksızın tüketilmiştir.
     
Özal'ın "benim memurum işini bilir" sözünde ifadesini bulan "rüşvet salgını", kamu kaynaklarının olağanüstü tüketilmesiyle, bir yandan kent küçük-burjuvazisinin tüketim gücünün yükselmesine, diğer yandan köylülüğün daha fazla pazar ilişkilerine sokulmasına hizmet etmiştir.
     
Kapalı ekonomik birimlerin yıkılması, tarımın artan oranda pazar için üretime yöneltilmesi, kırsal ilişkiler içinde tarım ürünleri ticaretini olağanüstü boyutlarda geliştirmiştir. Geleneksel "Anadolu eşrafı", yani toprak ağaları, tefeciler, tacirler ve büyük esnaf, "ihracata yönelik sanayileşme" çerçevesinde büyük tarım ürünleri tacirleri-tüccarları haline gelmiştir.
    
"Anadolu eşrafı"nın bu dönüşümü, feodal tefeci-bezirgan (tefeci-tüccar) ilişkilerini dağıtmış, yerini "serbest pazar ekonomisi" olarak sunulan çarpık kapitalizmin geliştirdiği tüccar ve bankerlik ilişkileri almıştır.
     
Pazar ilişkileri içinde, yani pazar için üretim yapan köylülük, dün feodal ilişkiler içinde bağımlı olduğu "Anadolu eşrafı"na, bugün çarpık kapitalist ilişkiler içinde (yeni bir biçimde) tabi kılınmıştır.
     
Kapitalizm iç dinamikle gelişmediğinden, feodal ilişkiler devrimci tarzda (burjuva anlamda) tasfiye edilmediğinden, kaçınılmaz olarak bu dönüşüm süreci uzun sürmüş ve bu süreçte önemli toplumsal ve siyasal bunalımlar ve krizler ortaya çıkmıştır. Ülkenin son kırk yıllık sürecinde bu bunalımlar ve krizler belirleyici olmuş ve sürekli değişkenlik gösteren siyasal ilişkiler ortaya çıkarmıştır.
    
 Feodal köylülük ayrışmış, köylülerin büyük bir bölümü kentlere göç ederek, proleterleşme sürecine nesnel olarak dahil olmuştur. Ancak gelişen kapitalizm dışa bağımlı, dolayısıyla emperyalist ekonomilerin çıkarlarına uygun olarak geliştirildiğinden, kentlere göç eden köylü kitlesi, sözcüğün tam anlamıyla sanayinin yedek işgücü deposu olmaktan çok, kent "varoşları"nda yaşayan "kent yoksulları" haline gelmiştir.[1]
     
Kentlere göç eden köylü kitlesi, sanayinin dışa bağımlılığı ve montaj sanayi özelliği nedeniyle istihdam edilememiş, yarı-proleter bir kitle oluşturmuştur. Bu yarı-proleter kitlenin içinde lümpen-proleter özellikler baskın biçimde ortaya çıkmıştır.
Sınıfsal ayrışmaya uğrayan köylülüğün kentlere göç eden kesimi, çarpık kapitalizm nedeniyle, ne proleterleşebilmiş (büyük bir bölümü), ne de kent küçük-burjuvazisi (küçük bir azınlığı) haline dönüşebilmiştir.
     
Kırsal bölgeden kentlere artan göç, aynı zamanda kırlarda işgücü ihtiyacını daha da artırmıştır.
     
Kırsal bölgelerde, tarımsal üretimde artan işgücü ihtiyacı ise, doğrudan "güneydoğu Anadolu" bölgesinden "mevsimlik işçi" olarak getirtilen Kürt köylüleriyle karşılanmaya çalışılmıştır.
     
"Mevsimlik işçi" olarak getirilen Kürt köylüleri ise, üretime katıldıkları bölgelerden daha geri ekonomik ve toplumsal ilişkiler içindedirler. Bir ölçüde feodal ilişkiler varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla "mevsimlik işçi" durumundaki Kürt köylüleri, üretimde yer aldıkları bölge köylülerinden farklı özellikler göstermektedirler.
     
Ancak kentlere göçle birlikte ortaya çıkan kırsal işgücü ihtiyacı, bir yandan "etnik köken" temelinde bir nüfusun ülkenin her yanına dağılmasına (dolayısıyla da feodal ilişkiler içindeki Kürt köylülerinin kapitalist pazar ilişkileriyle tanışmasına neden olmuştur), diğer yandan işgücü kiralayabilecek bir ekonomik güce sahip köylülerin daha da güçlenmesine yol açmıştır.
    
Ekonomi-politik diliyle ifade edersek, tarımda ücretli işçi çalıştırabilen köylüler zengin ve orta köylü sınıflarını oluştururken, aynı zamanda feodal dönemden kalan toprak mülkiyetine uygun bir dönüşüme uğramışlardır.
     
İşçi ücretini ödeyemeyecek durumda olan köylü kitlesi ise (küçük ve yoksul köylü), geleneksel biçimde parçalanmış aileler olarak, bir bölümüyle kentlere göç etmişler, diğer bölümüyle kırda kalmışlardır.
     
1980 ve özellikle 1990'ların sonundan itibaren uygulanan tarım politikalarıyla, tarımsal ürünlere ve ekim alanlarına önemli sınırlamalar getirilmiştir. Böylece ücretli emek kullanamayan küçük köylü, dünya emtia borsasına tabi kılınmış bir tarım destekleme politikası karşısında giderek daha da yoksullaşmaya başlamıştır. Yoksullaşan küçük köylünün bir bölümü kentlere göç ederken, büyük bölümü kentlerdeki "yedek sanayi ordusu"nun dev boyutları karşısında kırsal alanda kalmak zorunda kalmıştır.
     
Küçük köylünün emperyalist tarım politikalarıyla yoksullaşması, ancak kentlere göç ederek "yoksulluktan kurtulma umudu"nu da büyük ölçüde yitirmiş olması karşısında, IMF talimatıyla (Latin-Amerika "laboratuar"ında denenmiş) "doğrudan gelir desteği" başlatılmıştır.
     
Bugün, 22 Temmuz seçimlerinde açık biçimde görüldüğü gibi, "doğrudan gelir desteği", küçük köylülüğün tek yaşam olanağıdır. Dolayısıyla da AKP'nin "icraatı", küçük köylülük tarafından "memnuniyetle" karşılanmıştır.[2] Özal'ın "benim memurum işini bilir" sözü, şimdi "benim köylüm işini bilir"e dönüşmüştür.
     
Küçük köylü, "doğrudan gelir desteği" sayesinde, neredeyse üretmeden tüketen bir kitle haline gelmiştir.
     
Geleneksel feodal köylü zihniyeti içinde "havadan gelen" bu parayla ortaya çıkan artı-tüketim, Anadolu kasabalarındaki ticaretin canlanmasına yol açmıştır. Böylece küçük esnaf, küçük tüccar kesimi için yeni bir "refah" dönemi ortaya çıkmıştır.
     
"İhracata yönelik sanayileşme" politikalarıyla gelişen büyük ölçekli tarımsal dış ticaret, eski dönemin "Anadolu eşrafı"nı bir yandan "dünya ekonomisine" ("global ekonomi" demagojisinde ifadesini bulan) bağlarken, diğer yandan iç pazarda daha da güçlenmesini getirmiştir. (Bu durum, özellikle fındık üretiminde çok belirgindir.)
     
Şüphesiz bu gelişmeler, "yüksek faiz, düşük kur" politikası sayesinde gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla tümüyle "dünya piyasalarına" bağlı, yani dış dinamiklere bağlı bir politikadır. Bu yüzden, varlığını ve etkinliğini sürdürebilmesi de "dünya piyasalarına" bağlıdır.
     
Kentlere göç ederek "varoşlar"ı dolduran, yarı-proleter ve lümpen-proleter kitleyi oluşturan köylü kitlesi ise, yoğun bir işsizlikle karşı karşıyadır. Tıpkı kırsal alanlarda küçük köylünün ücretli işçi çalıştıramadığı koşullarda yoksullaşmasına benzer bir yoksulluk süreci içindedir.
     
İşte tarımda uygulanan "doğrudan gelir desteği" politikasına benzer bir uygulama, belediyeler ve cemaatler aracılığıyla kentlerde de devreye sokulmuştur.
     
İlk bakışta dinci cemaatlerin "dini vecibe"lerine uygun "iftar çadırları" şeklinde ortaya çıkan bu "doğrudan gelir desteği", ünlü Fak-Fuk-Fon'dan daha büyük, ama daha az "reklamı" yapılarak gerçekleştirilmiştir.
     
Özal döneminde genel bütçe içinden ayrılan fonlar, 1999 kriziyle birlikte IMF talimatları doğrultusunda bütçe kapsamına alındığı için de, bu Fak-Fuk-Fon uygulaması gözlerden gizlenebilmiştir. Devlet bütçesinden finanse edilen "doğrudan gelir desteği"nin kentsel uygulaması, bu sayede "dini cemaatlerin yardımı" olarak topluma sunulmuştur. Dolayısıyla da, AKP'nin iktidarı kaybetmesi, bu "dini cemaat yardımı"nın sona ereceği şeklinde bir düşünce ortaya çıkarmıştır.
     
Ekonominin ve devlet bütçesinin üçer aylık periyotlarla IMF tarafından denetlendiği bir ülkede, "bütçe dışı" harcamaların IMF'nin onayı dışında gerçekleştirilmesinin olanaksız olduğunu bilen herkes, kentlere özgü bu "doğrudan gelir desteği" uygulamasının IMF politikalarının bir parçası olduğunu kolayca anlayacaktır.
     
Evet, "varoşlar"a yönelik "doğrudan gelir desteği", IMF'nin talimatları doğrultusunda gerçekleştirilen bir uygulamadır. Bu uygulama, herhangi bir AKP belediyesi aracılığıyla yürütüleceği gibi, Mustafa Sarıgül örneğinde olduğu gibi "metroseksüel solcu" belediye aracılığıyla da yapılabilmektedir. Tümüyle kentlerdeki ticaretin desteklenmesine yönelik olan bu "gelir desteği", ithal mallarına ek talep yaratmanın bir aracıdır. Dolayısıyla da IMF'nin politikalarının doğrudan bir sonucudur.
     
Kent ve kırda ortaya çıkan bu uygulamalar, 1970'lerde Dünya Bankası'nın geri-bıraktırılmış ülkeler için geliştirdiği "küçük üreticiliğin desteklenmesi" stratejisinin günümüzdeki yansısıdır. Bu yönüyle, bir yandan iç pazar genişletilmekte, diğer yanıyla da siyasal çatışmalar ve riskler azaltılmaya çalışılmaktadır.[3]
     
2001 Şubat krizinden sonra kitlelerin tüketimlerinde belirgin bir artış ortaya çıkmıştır. Gelirlerdeki artışa ters orantılı bu tüketim artışı, bir yandan kentsel ve kırsal "gelir desteği"yle, diğer yandan kentlere yönelik kredi kartlarıyla gerçekleştirilmiştir. Bu tüketim artışının finansmanı ise, doğrudan "sıcak para"yla, yani devletin yüksek faizle iç ve dış borçlanmasıyla gerçekleştirilmektedir.
     
Bu uygulamanın temelinde IMF denetimi altında, emperyalist ülkelerin tüketim mallarına yeni ve ek talep yaratma politikası yatar. Dolayısıyla geri-bıraktırılmış ülkelerin tümünde geçerli olan bu politika, aynı zamanda uluslararası para-sermayenin faiz gelirlerinin yükseltilmesi, yani para-sermayeye de ek talep yaratılmasına yöneliktir. Yani dış dinamiğin ürünüdür. Bu yüzden de, uygulamanın sürekliliği, "dünya piyasaları"na bağlıdır, emperyalist ekonomilerin çıkarlarına tabidir.
      Evet, bugün, 2001 Şubat krizinden bugüne kadar uygulanan ekonomi politika, emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun olarak iç pazarın genişletilmesi, emperyalist ülkelerin tüketim mallarına yeni ve ek talep yaratılmasına yöneliktir. Böylece geçmiş döneme kıyasla (1991-2001) kitlelerin (kentsel ve kırsal) tüketimleri artırılmış, tüketime dayalı "nispi refah" ortaya çıkmıştır. AKP'nin seçim "zaferi"nin arkasında yatan ekonomik gerçek de bu "nispi refah"tır.
     
Bu "nispi refah", 1950'ler sonrasında ortaya çıkan sanayi üretimine dayalı "nispi refah"tan farklıdır.[4] Tümüyle maliye politikalarına, "sıcak para"ya dayalı bir tüketim artışına ve tüketimle birlikte artan ticarete denk düşer. Ancak her durumda kitlelere belli bir tüketim artışı olarak yansıdığı için, nedenlerinden çok sonuçları etkindir.
     
Böylece tüketim artışına (ticarete) dayandırılmış bir "nispi refah"la, 2001 kriziyle had safhaya ulaşan suni dengenin bozulma süreci engellenilmiş ve yeni bir denge durumu ortaya çıkartılmıştır.
     
Geçmiş dönemin toplumsal üretim artışına dayanan nispi refah ve suni denge[5], günümüzde ithalata ve ticarete dayanan bir nispi refah ve suni dengeye dönüşmüştür. Dolayısıyla da, geçmiş dönemdeki işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisi ile tekelleşememiş sanayi burjuvazisi arasındaki başat çelişki, işbirlikçi-tekelci ticaret burjuvazisi ile "Anadolu" tüccar sermayesi arasındaki çelişki ile yer değiştirmiştir.
     
Bugün büyük kentlerde (özellikle İstanbul'da) işbirlikçi-tekelci ticaret burjuvazisinin "ofis"lerinde istihdam edilen küçük-burjuvaların "laikçi" tutumlarıyla, "geleneksel tüccar" ilişkisi içinde istihdam edilen küçük-burjuvaların "dinci" tutumları arasındaki çatışkının temelinde de bu ticari sermaye kesimleri arasındaki çelişki yatmaktadır.
    
Şüphesiz Türkiye ekonomisi, üretmeden tüketen bir ekonomiye dönüştürülmüştür. Herşey ticaret konusu haline getirilmiş, herşey ticari ilişkilere indirgenmiş ve tüccar zihniyeti egemen kılınmıştır. Köylülere yapılan "doğrudan gelir desteği" nasıl ki "havadan para kazanma" şeklinde algılanılıyorsa, tüccar zihniyeti de artan oranda herşeyin alınıp-satılabileceği zihniyetini doğurmaktadır.
    
 İç dinamikle gelişen kapitalist ilişkiler içindeki klasik ticaret ilişkilerinin dışında, çarpık kapitalizme dayanan bu tüccar zihniyeti ve ticari ilişkiler, kaçınılmaz olarak ülkemizde feodalizmin tasfiye sürecine göre biçimlenmiştir. Bir dönemin küçük ve orta sanayi sermayesini oluşturan "Anadolu kaplanları", bugün ucuz kredi ile finanse edilen tüccar-sanayici kırması bir yapıya dönüşmüştür. Geleneksel olarak "tutucu, muhafazakar ve dinci" Anadolu feodal esnaf ve tüccarının dönüşümüyle ortaya çıkan bu yeni tüccar-sanayici kırması ticaret sermayesi, AKP aracılığıyla artan oranda dış ticaret ilişkilerinin içine girmiştir. Böylece uzun yıllar işbirlikçi sanayi ve ticaret burjuvazisinin tekelindeki dış ticaret, küçük ve orta tüccarların yoğun faaliyet alanı haline gelmiştir. Önce "müslüman ülkeler"e yapılan bakliyat ve bisküvi ihracatıyla "dışa açılan" bu "dini bütün" tüccar kesimi, "milliyetçi" ticari sermayenin Türki cumhuriyetlerindeki "hüsran"ından sonra bu pazarlara yönelmişlerdir. Ardından AB "üyeliği" çerçevesinde İtalyan ve Alman ticaret sermayesi ile işbirliğini geliştirmişlerdir.
     
Gelişen bu iç ve dış ticaret, kaçınılmaz olarak eski ve egemen ticari ilişkileri kısmen geriletmekle birlikte, aynı zamanda onlarla işbirliğinin de koşullarını yaratmıştır. Özellikle İstanbul kökenli tekelleşememiş ticaret sermayesi ile "Anadolu" tüccarı arasındaki yeni işbirliği (ihracata yönelik işbirliği), aynı zamanda geleneksel "merkez sağ partiler" düzeyindeki iç bölünmenin de ortadan kalkmasına zemin hazırlamıştır.
     
"Pazarlamacı" eski solcuların 1990-1999 döneminde "milliyetçi" ticaret sermayesi ile kurduğu işbirliği nasıl ki süreç içinde CHP-DSP-MHP koalisyonunu "olağan"laştırmışsa, bu gelişmeler de "merkez sağ"ın, "dini siyasete alet eden"lerle (şeriatçılarla) birleşmesini "olağan"laştırmıştır.
     
Buraya kadar ülkemizdeki gelişmeleri ve bu gelişim içinde ortaya çıkan olguları ele aldık. Ancak olguları saptamak, bunlar arasındaki ilişkiyi belirlemek tek başına yeterli değildir. Objektif bir küçük-burjuva aydını da benzer saptamaları yapabilir. Asıl olan, olgular içinde sürecin gelişimini ve bu gelişim karşısında yapılması gerekenleri doğru biçimde saptamaktır.
     
Evet, 2001 Şubat kriziyle birlikte ülkemizdeki suni denge, yeni ilişki ve çelişkilerle yeniden kurulmuştur. Ama önemli olan suni dengenin yeniden kuruluşu değil, devrimcilerin bu suni dengeyi nasıl bozacaklarıdır.
     
Suni denge, kavramın kendisinde ifade edildiği gibi "yapay"dır, dolayısıyla toplumun kendi iç dinamikleriyle bozulmaya mahkumdur. Ancak suni dengenin kendiliğinden ve kendi kendine bozulmaya yönelmesi ve hatta bozulması, insanların içinde yaşadıkları koşulların bilincine kendiliğinden ulaşacakları ve bu koşulları kendiliğinden değiştirmeye yönelecekleri anlamına gelmemektedir. Bu yüzden, devrimcilerin görevi, her durumda suni dengeyi bozmak ve insanların bu koşulların bilincine ulaşmalarını sağlayarak devrime kanalize etmektir.
     
Suni denge, basit ve yalın biçimiyle halkın "aldatılması" değildir. Onun maddi ve politik temelleri vardır. Suni dengenin kurulması ve sürdürülmesinde devlet aygıtından "medya"ya kadar uzanan ilişkiler ağı etkin ve egemendir. Dolayısıyla suni dengeyi bozma eylemi, aynı zamanda mevcut düzenin bütünsel kavranışını ortaya çıkarmak zorundadır. Bu, yalın ve basit biçimiyle, "dışa bağımlı ekonomi"nin, "sıcak para politikaları"nın ve nihayetinde IMF'ye bağlanmış ekonomik ilişkilerin teşhiriyle sınırlanamaz. Suni dengeyi bozma eylemi, aynı zamanda, dengeyi oluşturan kurum ve ilişkilerin teşhirini ve etkisizleştirilmesi eylemini de içerir. Ticari ilişkilerin gelişmesine dayanan nispi refahın yaratmış olduğu suni dengeyi şekillendiren olgular, son tahlilde dışa, emperyalist ülkelere bağımlı bir niteliğe sahip olduğu için, varlığı da emperyalist dünya ekonomisindeki gelişmelere bağlıdır.
     
Devrimci mücadele açısından önemli olan, emperyalist dünya ekonomisine bağımlı nispi refahın nasıl ve ne zaman sona ereceğine ilişkin "kahinlik" yapmak değil, bu ilişkilerin toplumun geleceği üzerindeki etkilerini ve sonuçlarını açık biçimde sergilemektir.
     
Her suni dengenin yeni oluşumu, kendine özgü bir dünya görüşü, ideolojik bakış açısı da oluşturmaktadır. Bugün suni dengenin sürdürülmesinde yeni "nispi refah" dalgası belirleyici olmakla birlikte, nesnel sürecin devamında ortaya çıkacak olan çatışmalar ve çelişkiler, kaçınılmaz olarak suni dengenin başka araçlarla (zor araçlarıyla) sürdürülmesinin zorunluluğunu daha da belirginleştirecektir.
     
Bugün sömürücü sınıflar arasında tam anlamıyla yeni bir "barış" havası esmektedir. Dışa bağımlı bir ekonomide bu "barış" havasının uzun sürmeyeceği tarihsel ve nesnel bir gerçektir. Bu havaya bakarak, seçim sonuçlarının "kişisel bozgun"larıyla ülkedeki ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkileri yorumlamaya kalkışmak, sol pasifizmden başka bir sonuç üretmeyecektir. Seçim sonrasında "medya solcuları" ve legalistler arasında esen "bozgun" havası, neo-liberal solculuğun ve legalizmin pasifizminin dışa vurumlarından başka bir şey değildir.
     
Türkiye'yi tahlil etmek, "halkı anlamak" ve içinde bulundukları ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkileri kavramak devrimcilerin ve kendisine "solcu" diyen herkesin görevidir. Bu görev, açık biçimde legal şemsiye altında, düzenin "oyun kuralları"na tabi olarak mevcut düzenin değiştirilmesinin olanaksız olduğunu görmek demektir.
     
2001 Şubat krizinden sonra ortaya çıkan "nispi refah"ın yaratmış olduğu denge durumu, her denge gibi, geçici ve görelidir. Sürekli ve kalıcı olan, ülkenin dış dinamiğe bağlı yapısının ürettiği çelişkiler ve çatışkılardır.
     
Devrimcilerin görevi, her yol ve araçla (temel ve tali mücadele biçimleriyle) içinde yaşanılan ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkileri bütünsel olarak insanların önüne koymaktır.
     
Şüphesiz bu devrimci görev, "devrim gibi kimsenin tam olarak ne olduğunu bilmediği ve fani ömrümüzde göremeyeceğimiz kesin olan bir dev umut"[6] olduğunu düşünenlerin işi değildir. Devrim, kendiliğinden "olan" değil, bilinçli insanların gerçekleştirdiği bilinçli bir eylemdir. Bilinç ise, içinde yaşanılan koşulların ve ilişkilerin bütünsel bilgisine dayanır. İçinde yaşadığı ülkeyi ve toplumu kavrayamamış, herşeyi küçük ve gündelik "borsa haberleri" gibi geçişken ve değişkenlik içinde algılayanların bu bütünsel bilgiye sahip olmaları ise olanaksızdır. 

Dipnotlar
[1] “Kent yoksulları” tanımı doğru bir tanım değildir. Sadece olguyu açıklamak için sosyolojiden ödünç aldık. 

[2] Tüm "neo-liberaller"in "medya" söylemi ile, seçim dönemlerinde "seçim ekonomisi uygulanmayacağına" ilişkin hurafe, bu seçimlerde de gerçekleşmemiştir. AKP "kesenin ağzını" açmıştır. Seçim sonrasında pek çok "neo-liberal solcu" ekonomist, seçim öncesinde AKP'nin tarıma ve köylüye yönelik "seçim ekonomisi"nin sayısal verilerini yazmaya koyulmuşlardır. Şöyle yazılmaktadır: "Örneğin 2006'nın ilk yarısında sadece 1 milyar YTL'lik doğrudan gelir desteği ödemesi yapılmasına rağmen bu yıl aynı dönemde 2.5 milyar yapılmış, böylece 2.7 milyar YTL'lik yıllık bütçenin neredeyse tamamı harcanmış. 2006 Mayıs'ında sadece 100 milyon YTL olan, haziranda ise hiç yapılmayan ürün destekleme ödemeleri de bu yıl mayısta 1.1 milyar YTL olmuş. 2007 ürün destekleme ödemelerine ayrılan 1.5 milyar YTL'nin 1.4 milyarı da altı ayda ödenivermiş(tir)". (Hurşit Güneş, "Seçim öncesi maliyede popülist uygulama!", Milliyet, 27 Temmuz 2007) Böylece, geçen yıl 2,4 milyar YTL olan bütçe fazlası, bu yılın ilk altı ayında 5,9 milyar YTL açığa dönüşmüştür. 

[3] Dünya Bankası başkanı 1970’lerin başında şöyle demektedir: “Pek az çok zengin ve ümitsiz derecede fakir pek çok olduğunda ve aralarındaki fark kapanmaktan çok genişlediğinden artık reformun politik maliyeti ve ayaklanmanın politik tehlikesi arasında seçim yapılması gerekir. Sosyal adalet sadece ahlaki bir zorunluluk değildir. Aynı zamanda politik bir zorunluluktur da.” (Bkz. Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I.) 
[4] Güngor Uras, 2003 yılında Karaman'ı şöyle anlatıyor:

 "Karaman'da irili ufaklı 20 bisküvi fabrikası, 8 makine fabrikası, 4 ambalaj fabrikası, 1 hijyenik üretim tesisi, 1 kâğıt peçete tesisi, 4 yem, 6 bulgur fabrikası, 1 otomotiv yedek parça fabrikası, 1 çimento, 3 tekstil, 1 cips, 1 boya fabrikası var. Niğde'ye girerken yolun iki tarafındaki tarlalar göz alabildiğine lahana tarlası.... Organize sanayi bölgesinde de 70 büyük fabrika var. Sanayi Odası Başkanı Yılmaz Özcihan 93 ülkeye ihracat yaptıklarını söylüyor. Karaman'daki makine fabrikaları, yabancı ülkelere anahtar teslimi, bisküvi, gofret, çikolata, kek, çiklet, cips fabrikası üretiyor, kuruyor.

 Hasan Çimen, 100 dönümde 1100 ağaçtan 400 ton elma aldığını söylüyor. Niğde'de elmacılık ölürken, Karaman Türkiye'nin en fazla elma yetiştiren bölgesi olmuş. Yılda 500 bin ton elma yetiştiriyorlar. Bifa, İtalyanlardan bodur elma fidanı getirerek aynı modern teknik ile dış pazar için elma üretimine başlamış. Herkes memnun da fasulye ve nohut üreticileri mutsuz. Ekinözü'den Yaşar Kalkancı, 'Her evin önünde 4-5 römork dolusu 'ak fasulye' ve 'nohut' fiyat bekliyor. Irak ve İran'a ihracat durduğundan fiyatlar maliyeti kurtarmıyor' diyor." (Milliyet, "Karaman'da elma kadar para var", 6 Eylül 2003.) 
[5] Mahir Çayan yoldaş, y

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder