9 Aralık 2007 Pazar

Mustafa Kemal Atatürk:



İki Köylü ve İki Lider! / Devlet-i Âlî'nin Köylüye Bakışı

Vallahi köylü milletin efendisi midir yoksa kölesi midir bilmem ama; bizim köyde -şimdi rahmetli oldu- bir Fevzi dayı vardı. Nam-ı diğer, kabak Fevzi. Kendisi de pek nüktedan, lafını sakınmaz birisiydi. Yazın yatsı çıkışı cami avlusunda anlatmıştı. İyi hatırlıyorum. Fıkra gibi bir şey. Tabi ben biraz kırparak ve sadeleştirerek aktaracağım size.

"Aşşaa köyün oradaki benim arazide bir sorun çıktı ya yol yapılacağı için neyse merkeze indim. Sabahtan beri dolaşırım, elimde kağıtlar, şu, bu...  Vallaahi de billahi de öyle terledim öyle bunaldım ki affedersiniz, Allah günah yazmasın, sırtımdan aşaa ter akıyor böyle. Çok bunaldım. O sahil tarafına inmeden bir cadde var ya oradan geçerken bir ekmek arası peynir domates yaptırıp yiyeyim dedim. Bir baktım ki adamın biri kendi balkonunda yatmış güneşin alnına doğru. Keyif yapıyor. Karışmak olmaz ama ulan dayanamadım dedim ki 'eey balkondakii! şişşt'. Sonra adam beni gördü. "buyur amca" dedi. "oh be" dedim. "bu dünyanın ezasını biz çekelim safasını siz sürün." herif şaşırdı ama kızmadı. Güldü. Sonra da "e, dayıcım. Sen efendi ol ben efendi olayım. Herkes efendi olsun. Kimin karnı doyar?" dedi. Hiçbir şey diyemedim. Karnım aç, hava sıcak, terlemişim. Sinirim geçsin diye adama çattım ama herifçioğlu daha dişli çıktı. İyice dellendim. "de git" dedim. Uzaklaştım.

Sonra neyse benim de Fevzi dayı ile ilgili anılarım yok değil. Yazın köye gittiğim zaman köylüler, "aha şununla bir dalga geçelim" diye beni yanlarına, ot biçmeye çağırdıkları vakit, hepsinin ellerini gördüm. Nasırlı nasırlı, taş kesilen ellerini… Sonra tırpanı elime aldım. Kafamdan matematiksel hesaplamalar yaptım. Okumuş, mürekkep yalamış birisiyim ya. Neyse tırpanı yere paralel tutarak valla çok şahane bir şekilde ot biçiyordum ama ah işte tecrübesizlik. Tırpanı otların arasında saklanmış bir taşa çarptım. Tabi hemen elimden aldılar tırpanı daha fazla köreltmeyeyim diye. Neyse dostlarım, öyle böyle değil. Çekilmez o hayat. Akşam, şehirdeki gibi gürültülü bir şekilde inmiyor oralara. Önce dağlara ağır ağır çöküyor. Sokak lambaları, sanki şehirden ve teknolojiden ayrı kalmışçasına inat ederek sadece önlerini aydınlatıyorlar. Bu lambaların altını da zaten köpekler mesken tutmuş. Bir yandan tezek kokuları yükselirken bir yandan karşı tepelerden kurt ulumaları geliyor. Böyle hayat olur mu? Oluyor işte. Mecburen oluyor. Bakmayın, oh biz ne ala yaşıyor, gidiyoruz. Bu memlekette küfür edecek, küfür etmeye hakkı olan birisi varsa o ya köylü ya da işçidir.

Köylü, iyidir güzeldir. Fakat yabanidir. Geleneğini bozamazsın dedi o domatesçi arkadaşım. Hatta ulan adama bedava tohum versen ekmez, dedi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, "YABAN"da köylüyü yerden yere vurur. Suçu, Osmanlı aydınına atar ama Cumhuriyetten sonraki aydın kesim çok mu ilgilenmiştir köylü ile? Şu genç yaşıma rağmen bildiğim bir Ecevit, "kalkınma köylüden şehirliye doğru olacaktır" demişti. Ondan sona işte son başbakanımız da "ananı al git buradan demişti." Köylü, yabandır, hınzırdır ama senin ekmeğini taştan çıkarır. Ne yapacaksın? Elden ne gelir başka?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder