Bir Zaman yazısında “köylülük”ten bahsetmiştim; son seçim kampanyasında şahit olduğumuz estetik sefâletten yakınırken, “Tebessüm etmek yerine sırıtan aday fotoğraflarını gördükçe köylü zevkinin şehirlerde nasıl egemenlik tesis edebildiğini daha yakından fark ettik (...) Paraysa para, imkânsa imkân; peki bu köylülüğün, bu zevksizliğin, bu iptidailiğin sebebi ne?” cümlelerindeki köylülük ve köylü kavramları bir okuyucumu incitmiş; nâzik bir mesajla da incindiğini belirtmiş.
Bundan birkaç yıl önce, dünyanın en nâzik, umûr—ı hâriciyeye herkesten ziyâde riayet eden ve sözünü dirhemle sarfeden bir ağabeyim de buna benzer bir müşkülle karşılaşmıştı. O da mahalli gazetelerimizden birinde yazdığı bir makalesinde “köylülükten” yakınmış ve yukarıda tırnak içinde iktibas ettiğim cümlelerle tamamen aynı çerçevede olmak üzere derdini anlatmaya çalışmıştı. Ne var ki bu büyüğümün muhatabı, benim okuyucum kadar anlayışlı ve zarif çıkmadı; şehrin Zıraat Odaları Birliği Başkanı olmaktan aldığı bir cesaretle olsa gerek meseleyi mahkemeye intikal ettirmeğe, gazeteyi tekzib etmeğe, hattâ yazarın memur oluşundan hareketle vilâyet nezdinde şikâyette bulunmağa kalkıştı. O günlerde bu tepkiye hem gülmüş, hem de düşündürücü bulmuştuk. Neticede iş mahkemeye intikal etmedi ama eğer dava açmış olsaydı herhalde adliye tarihimizin en garip davalarından birisini teşkil etmiş olacaktı.
Köylü olmak değil de köylü kalmak...
Zaman’daki yazıyı hatırlayanlar, yazının siyâk u sibâkından köylülere dönük bir hakaret anlamı çıkarılamayacağını da teslim edeceklerdir; köylülük sosyolojik bir kategoridir ve gerek hâlâ köyde yaşayan, gerek şehre göç etmiş köylü menşeli kişileri kapsamaz. Köylülük, şehir vasatında köy değerlerini savunmaya, yaymaya, yerleştirmeye kalkışan ve bu yolla şehrin âhenk ve nizâmını, şehirde üretilen değerleri, şehrin gerektirdiği sosyal münasebet tarzını küçümseyen bir inat tavrının adıdır. Verdiğim örneğe göre köylülük, bu çerçeveyi kasdeden bir yazıdan ötürü hakarete uğradığını zannederek bağırıp çağırmak tavrıdır; şehirlilik ise, —okuyucumun yaptığı gibi— açıklanmaya muhtaç hususlarda ilgili yazara nâzik bir mesaj göndermektir. Adını açıklamayacağım okuyucuma fevkalade nazik ve edepli tepkisinden ötürü teşekkür ediyorum; bu nezaketi ve inceliği gösterdiğine göre, bu kavramın kapsamına girmediği için kendisini müsterih hissetmesi gerekir. Ben doğma büyüme şehirliyim; şehirlilik, benim mensup bulunduğum sosyolojik kategoriyi gösteriyor ama meselenin kategorileri aşan bir tarafının varlığını yakından biliyorum.
İki köylü, iki insan
“Haydar Enişte” bir köylüydü. Askerlik çağına girinceye kadar hayatı köyde geçmiş, sonra şehirde işe girmiş ve eski semtlerden birine iki göz oda çevirerek yuva kurmuştu. Bizim sülâlede herkes müttefiktir ki Haydar Enişte, nezaketi, terbiyesi, inceliği ve hüsnüniyeti ile adam gibi bir adamdı. Evi, giyimi, kuşamı belki hâlâ köy standartları civarında bulunmasına rağmen ipek gibi yumuşak tabiatı ile kendi iklimini sıcaklaştırıyordu. Genç denilecek bir yaşta rahmete intikal etti ama onun hepimizin zihninde bıraktığı intibâ, tek kelimeyle “güzellik”ti.
Haydar Enişte köyde doğmuştu ama tam bir şehirliydi. Allah ona rahmet etsin. Benim yakın arkadaş ve dostlarımın kısm—ı âzâmı köy menşe’li; Anadolu’da bir ucu köye yaslanmayan aile nâdirattandır. Köy menşe’li olmak, köylü olmak başka şey; şehirde yaşadığı halde köy değerlerine sarılarak kabalığa, nezaketsizliğe, nobranlığa tevessül etmek başka.
Profesör ... Bey de büyük ihtimal köy menşe’liydi ama, kendisini tanıdığım oniki seneden beri hâlâ tam bir “köylü” olduğunu üzülerek belirtmeliyim. Devlet bursuyla yıllarca Avrupa’da kalmış olması, bir ecnebi hanımla evlenmesi, profesörlüğe terfi etmesi, hayatının her kısmında asrî îcaplara ve modern teknolojinin gereklerine itaat etmesi onu hiç etkilemedi. Kendisine sorulsa köylülüğü müdafaa etmezdi belki ama hâli, tavrı, davranışları, tepkileri, diğer kimselerle kurduğu ilişkilerin tarzı itibariyle o tam bir köylü; kaba, saygısız, zevksiz, nobran ve dünyayı siyah—beyazdan ibaret kabul eden dünya görüşüyle “köylü”lüğü hak ediyor.
Aynı îtinasızlığı yedi göbekten İstanbullu biri de yapsa yaptığı işin niteliği değişmez aslında; köylülük böyle bir şey.
Şehirli züppeliği mi?
İşte bu çerçevede şimdi Türkiye’de köylü ve şehirli olmanın sosyolojik mânâsına gelebiliriz. Yaşadığım topraklar yuvarlak hesapla beşbin seneden beri, bugün şahit olduğumuz cinsten bir nüfus hareketliliğine sahne olmadı. Otuz sene önce Türkiye’de nüfusun takriben yüzde 70’i köylerde yaşıyordu ve köyden şehre göç oranı hayli düşüktü. Bu otuz yıl zarfında köyler boşaldı, şehir nüfusu arttı; şimdi, —yine takribi rakamlarla— nüfusumuzun yüzde 65’i şehirlerde yaşıyor ve bu göç vâkıası hâlâ devam ediyor.
Şehir, insan münasebetlerinin daha girift olduğu bir yerleşim yeri; şehirde yaşamak, köyde yaşamaktan daha fazla hukûkî problemle karşılaşmak anlamına geliyor. Haberleşme imkânları geniş, ulaşım kolay, hayat standartları yüksek; şehirler tabiattan kopuk yaşıyor; kültür, sanat, sanayi, eğitim, muaşeret kısaca medeniyet dediğimiz insanlık birikimi, tabiatı icabı şehir ortamında geliştirilebiliyor; şehirlerde daha fazla kurum var; şehir hayatı gündelik konuşma dilinde bile daha fazla kelime hazinesine sahip olmayı gerektiriyor ve üstelik şehirler insanların köye nisbetle daha sıkışık, daha içiçe yaşaması gerektiği yerler. Bütün semâvi dinler, şehir hayatını esas alan bir zemin üzerine istinad ediyor. Kur’an—ı Kerim’de sosyolojik bir kategori olarak “Bedevilik” övülmüyor, tam aksine yeriliyor. Kısaca şehir ortamı, insanın kendini yenilemesine, aşmasına, tâzelemesine ve sahnını genişletmesine imkân sağladığı için gerekli. Köylülüğün karşısına şehirliliğin bir değer olarak konulması, “şehirli züppeliğinin” snob bir tezahüründen ibaret değil.
Diğer taraftan köyden şehire göçmüş bir köylü ailesinin ilk kuşakta şehire tam mânâsıyla intibak etmesi her zaman mümkün olmuyor; bazıları “üç kuşak” ölçüsünden bahsediyorlar. Dolayısı ile şehre gelmiş ilk kuşak köylü ailesinin birtakım problemlerle karşılaşması, şehir ölçülerine ve değerlerine göre davranmakta belli bir zaman için uyumsuzluk geçirmesini tabii karşılamak gerekir. Problem burada değil zaten; değişime direnmekte!
Köyün yüzyıllar boyunca kendi içine kapalı kalmasının köy ölçüleri içinde bir âhenk yarattığını, kendi dengelerini tesis ettiğini biliyoruz. Bu çerçevede köy hayatının da saygı duyulacak değerler ürettiğini kabul etmek gerekir; ama köy ölçeğinde. Otuz yıl içinde nüfusunun neredeyse üçte biri köyden şehire göçmüş bir toplumda köy ve şehir değerlerinin çatışmasını da tabii bulmak mümkün; burada inat meselesi haline getirilmemesi gereken husus, şehir hayatını bir köylü gibi yaşamaktır.
Türk Rönesansı şehirde başlar; köyde değil
Başta İstanbul olmak üzere bütün büyük şehirlerimiz bu hızlı göçün sarsıntısını yaşıyor. Otuz—kırk yıl önceki şehir normları, şehirli değerler de alt üst oldu; bu hareketlilik içinde yeni şehirli değerler üretmek ve ona itaat etmek gibi bir meseleyle başbaşayız. Türkiye şu anda bu değerlerin henüz inşâ halinde olduğu bir herc ü merci yaşıyor; bu ortamda şehirli değerleri savunmak bazen sevimsiz intibâların doğmasına yol açabiliyor.
Günün birinde yeniden bir Türk Rönesansı doğacaksa bunu şehirli Türkler, Türk şehirlerinde gerçekleştirecekler. Dünya tarihinde köy vasatında yükselmiş medeniyet yok. Meseleye bir de bu açıdan bakmalı.
Ahmet Turan Alkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder