Ülkenin son yarım asrında olup biten her şey, köylülerin şehirlere yürümesinin muazzam tesirinden kurtulabilmiş değildir. Köylülük, şehirlilik halinin zıddı. Sadece şehirde yaşamak şehirlilik anlamına gelmez; şehir insan ilişkilerinin, ekonominin, hukukun, meslek ve uzmanlıkların, zihni hayatın en üst seviyede evrensel meydan okumaya tabi kaldığı ve buna mukabil cevap ürettiği yerdir.
Bu yüzden şehirler yüksek seviyede haberleşme faaliyetine zemin teşkil ederler. Şehirli olmak, yukarıda anlatılmaya çalışılan meydan okumalara yılgınlık göstermeden cevap üreten, problem çözen kolektif şuurun bir parçası olmak anlamına gelir. Şehir bu açıdan bir bilgi (data) birikimidir; insanların tarih boyunca en yoğun bilgi ürettikleri, tükettikleri ve değiş tokuş ettikleri bir bölge olarak köyden ayrılır. Buna mukabil köy, şehre nazaran idari, siyasi, iktisadi, hukuki problemlerin az ve seyrek miktarda zuhur ettiği, yoğun haberleşme ve eğitim altyapısına ihtiyaç duyulmayan, daha küçük çaplı ve kendine yeterli bir birim olarak dikkat çeker.
Köy her mânâda ve bütün ebatlarıyla şehirden küçüktür. Köyün şehirden kopukluğu karakteristiktir; şehir evreninden uzaklığı ve irtibatsızlığı yüzünden köy, kendi yağıyla kavrulmak zorunda kalan, en bâriz ihtiyaçlarını basit tarzda çözmeye yönelen, bu esnada insanlığın müşterek bilgi birikimini çok az miktarda kullanabilen bir yapı sergiler. Köy ufukları dardır; köyde insan zihnini problem çözmeye sevk eden pek az saik vardır. Elbette köy hayatı zamanla kendi dengelerini bulmuş, kurumlarını oluşturmuş, hayatını sürükleyecek temel mekanizmaları inşa etmeyi başarmıştır. Ne var ki "köy âhengi" diyebileceğimiz bu dengeler, şehir ölçeğinde işe yaramayacak kadar iptidai kalır. Bu yüzden köy, sosyolojik bir kategori olarak geridir ve bu mânâda bütün dinler "şehirli" yani medeni bir muhteva taşırlar.
Hem kel hem fodul; hem fukara hem despot!
Sanayi devriminin boy gösterdiği asırlara kadar bütün toplumların çoğunluğunu nüfus itibariyle köylüler oluşturuyor ve üretilen iktisadi kıymetlerin kısm-ı âzâmına tarım sektörü kaynaklık ediyordu. Bu asırlarda şehirler, nüfus bakımından köylere nisbetle sayıca daha az nüfus bulundurmasına rağmen siyasi, iktisadi ve kültürel bakımdan iktidarı elinde tutuyor ve köyü yönetiyordu. Sanayi devrimi tarımdaki nüfusu şehirlere doğru cezbetmeye başlayınca şehir nüfusu kabarmaya ve köyden şehre akan köylü nüfusun istihdam, ikamet ve eğitiminden doğan yeni problemler görülmeye başlandı. Bu süreç iki asırdan beri bütün toplumları derece farkı ile etkilemektedir. Sanayileşme rüzgârında öncülüğü alan ülkeler bu sıkıntılı dönemleri daha erken zamanlarda yaşadılar; bugünlerde hâlâ sanayileşen ülkeler ise, vaktiyle Batı Avrupa"da yaşanan bütün bunalımları, âdeta çocukluk hastalığı gibi sırayla geçiriyorlar.
İslam toplumları, dünya nüfusunun en geç şehirleşen, en az üreten, en az eğitimli nüfus profiline sahip topluluklardır. Sadece hangi siyasi rejimle yönetildiklerine bakmak bile İslâm topluluklarının niteliği hakkında esaslı bir fikir verir. İslâm ülkelerinde demokrasi nadir görülen bir rejimdir; buna mukabil adı ne olursa olsun despotluk, tek adam ve tek parti rejimi, halkın temel haklarını hiçe sayan keyfi yönetimler bu coğrafyada mânidar bir ağırlık teşkil ederler. İslâm toplulukları umumi itibarla sefaletin, açlığın, salgın hastalıkların ve eğitimsizliğin tehdit ettiği bir genel zaafiyet taşıyorlar.
Sağlam vergi ve asker kaynağı olarak köylülerin vazgeçilmezliği
Son yıllarda Müslüman fikir adamları, "Bu geriliğe sebep olan temel saik İslâm olabilir mi?" meselesi üzerinde çokça tartıştılar; belki gerekli ama yanlış bir tartışma zeminiydi bu. Müslümanların başarısızlığının başlıca sebebi bir şehir âhengi, eski zamanlarda kısaca "medeniyet" dediğimiz birikimi bir türlü inşâ edememek değildi; tarihte şehirli bir bilgi birikimi oluşturma başarısı gösteremeyen topluluklar da vardır ve Müslümanlar bu bakımdan zaaf göstermiş değillerdir. Tam aksine Müslümanlar, İslâm"ın ihtivâ ettiği "yaşatıcı ve tanzim edici öz"ü, farklı coğrafyaların âdetlerine, iktisadi ve siyasi hayatına çok kolayca tercüme ederek zenginleştirip çoğalttılar ve yönettikleri yerlerde bu misyona uygun şekilde adâlet, huzur ve refâhı tesis ettiler. Şehirler kurdular, idari, mali, askeri organizasyonlar geliştirdiler; çağın bütün medenî icaplarına cevap üreten bir dinamizm gösterdiler. Günün birinde içine düştükleri zilletin sebebi nasıl tek başına İslâm fikriyatına hamledilemez ise, vaktiyle sahip oldukları "şehirli", yani medenî birikim, İslâm"ın onlara ilham ettiği bir ilâhi mevhibe değildi. Müslümanlar, şimdiki zamanın her kuşağa sorduğu sorulara kem-küm etmeden cevap verebildikleri sürece aziz-i vakt oldular. Ne var ki medeni birikimlerini yaygınlaştırmakta, medeni ve İslâmi haberi köy birimine nüfuz ettirmekte ihmâlkâr davrandılar ve başarısızlıkları kaydedilmelidir. Köylüler, tarih boyunca hep öyle görüldükleri gibi Müslüman yöneticiler tarafından da istikrarlı bir vergi kaynağı, itaatkâr bir asker menbaı olarak ciddiye alındılar ve bu özellikleri taşıdıkları sürece "fikri, sosyal, iktisadi bir yapı değişikliğine uğrasınlar, yeni meziyetler kazansınlar" diye kimselerin bir meselesi olmadı. Nüfusun stabilizasyonu, yani coğrafi mantık açısından kararlılığı meziyet sayıldı; köy-şehir bağlantıları ihmâl edildi ve iktisadi nimetler açısından farklılaşma tabii addedildi; onlar, temel görevleri olan hububat üretimini gerçekleştirmekle kendilerinden bekleneni yerine getirmiş sayıldılar. İslâm dünyasına bakarak ileri sürebiliriz ki hâlâ öyledir!
Köylüsün sen köylü kal!
Türkiye örneği, bu genel görüntüden farklı detaylar taşıyor. Türkiye, sanayileşmek ihtiyacını en erken hisseden İslâm ülkelerinden biriydi; buna rağmen tarihi ve sosyal sebepler yüzünden Türkiye"de köylü nüfusun şehirleşmesi 20. yüzyılın ortalarına kadar gecikti ve geciktirildi. Türk köylüsünü sisteme, ülkeye, memlekete ve dünyaya entegre eden adımlar, eğrisiyle-doğrusuyla Demokrat Parti"nin iktidar yıllarına tesadüf ediyor. Cumhuriyet"in ilk yıllarında köylü, sosyo-ekonomik durumunda bir değişiklik hissetmemişti; tam aksine uzun harp ve kıtlık yıllarının ağırlığı, köylerde hayatı çekilmez hale getirmişti. Cumhuriyet, hissedip de yapamadığı bünyevi ıslahatları ideolojik manevralarla telafiye çalıştı: Köylü milletin efendisi ilan edildi, konuştuğu dil en güzel Türkçe, söylediği türküler en saf müzik, anlattığı hikâyeler en büyük aşk romanı sayıldı ve insafsızca abartıldı. Hayat ve kültür standartlarını yükseltemediği köyü ideolojik planda takdis etmek, günümüzde izini hâlâ sürdüren bir köylü romantizmi inşâ etmiştir: "Orda bir köy var uzakta..." şiirleri, bu devrin ürünüdür.
Tek parti yönetiminin köye bakışını en iyi özetleyen proje Köy Enstitüleri olmuştur; Köy Enstitüleri kısaca köylünün köyünde kalmasını, kendi köyünde eğitim görmesini, üretmesini ve kendine yeterli olmasını savunuyordu. İcat edildiği 30"lu yıllarda bu fikir "irticâi" bir fikirdi, günümüzde kerrât ile gerici bir proje olmasına rağmen bu ülkede hâlâ tatlı tatlı "köy enstitüsü nostaljisi" yaparak geçimini sağlayan ve uzaktan bakılınca aklı başında zannedilen bir makûle yaşamaktadır. Bu gürûha göre köyün geri kalmışlığının başlıca sebebi dindir: "Vurun Kahpeye", "Yılanların Öcü", "Bizim Köy" ve misâli köy romanlarında din adamı ve bizatihi din motifi, her nevi cehalet ve geriliğin sebebi olarak anlamlı bir ısrarla işlenerek tezleştirilmektedir.
Yeni bir kavimler göçü
Türkiye"de köylü nüfusun şehirlere akın etmesi, ellili yıllarda başlayan ve hâlâ devam eden bir hâdisedir; bu ülkenin son elli yılı içinde köylü nüfusun takriben yüzde 40"ı şehirlere göçtü; bu büyük göç hadisesi, aynen vaktiyle gerçekleştiği ileri sürülen "Kavimler göçü" gibi önemli ve derin izler doğuran bir sosyal hadisedir. Hızlı ve kontrolsüz şehirleşme bizde sadece gecekondu, arabesk müzik, dolmuş ve benzeri göstergelerle anlaşılmıştır halbuki etkileri çok daha geniştir ve ülkenin son yarım asrında olup biten her şey, köylülerin şehirlere yürümesinin muazzam tesirinden kurtulabilmiş değildir.
/ Ahmet Turan Alkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder