6 Aralık 2007 Perşembe

Peyami Safa Bey Oğlumuza



Abdullah Cevdet: Peyami Safa Bey Oğlumuza,
Dün akşam Edebiyat gazetesi idaresinde Türk Yurdu, İctihad ve Sebilü’r-Reşad mecmuaları hakkındaki mütalâan bende bazı fikirler uyandırdı. Bunları yazıyorum. Senin gibi düşünenler de benim gibi düşünenler de okusunlar.

Evvela senin söylediklerini icmâl ve tekrar edeyim: Birer cereyan temsil eden bir Türk Yurdu, bir İctihad, bir de Sebilü'r-Reşad vardı. Türk Yurdu hedefine vardı: Türk ümmetlikten çıktı milletliğe girdi. İctihad asrîlik istiyordu, bu da oldu. Sebilü'r-Reşad'ın müdafaa ettiği zühdilik kal'olundu. Türk Yurdu'nun, Ictihad’ın rolleri hitam bulmuştur.

İşte bunlara benim cevabım: Türk Yurdu'nun vazifesinin bitmiş olduğunu zannetmek pek yufka görmektir. Bunun böyle olduğunu teslim etmek için 323 numaralı İctihad'ın başındaki "Gazi Paşa Aydın Türk Ocağı'nda" adlı makaleyi okumalısın; fakat senin nesildaşların ve senin neslini takip eden neslin yaptıkları gibi sen de okumuyorsun. Hâlbuki, ben İctihad’ı oldukça muntazam olarak sana gönderiyordum. Menemen hadisesini takip ve Türk Ocakları'nın lağvedilmesine takaddüm eden ayların birinde Reisicumhur. Aydın Türk Ocağı'nı ziyaret ediyor, oradaki gençlere: "Efendiler. Tabiî civarınızdaki köyleri ziyaret etmiş, hallerini, ihtiyaçlarını, dertlerini öğrenmişsinizdir. Bana anlatın ben de öğreneyim, istifade edeyim" diyor. Kimsede ses yok. Gazi tekrar soruyor: "Buraya en yakın köyün mesafesi ne kadardır?" Cevap yok. Tekrar soruyor. İçlerinden biri: "Efendim, yirmi dakika" diyor. O: "Peki, anlatın, bu köyler ne haldedir? ihtiyaçları, dertleri, şikayetleri nelerdir? Beni bunlar hakkında aydınlatın" diyor. Sükut, sükut. Nihayet. Aydın Türk Ocağı Reisi, eğilerek, bükülerek: "Efcndim, köylere gitmek için araba, otomobil tahsisatımız yok" diyor. Bunun üzerine Gazi Paşa: "Menemen isyancı şeyhlerinin köy köy dolaşmak için tahsisatları var mı?" diyor. Türk gençleri yirmi dakikalık mesafedeki velinimet köyleri ve köylüleri ziyaret etmek için arabaya ve tahsisata ihtiyaç gösterecek kadar "effemine", idealsiz ve mealsiz iseler, Türk Yurdu’nun vazifesi bitmiş midir? Türk gencinin akdem ü akdes vazifesi nurlanmak ve nurlatmak değil midir?

Türk genci nurlanmak istiyor mu? Nurlandırmak aşkı duyuyor mu? Buna müspet bir cevap verebilir misin? Yarım milyon nüfuslu koca İstanbul'da Türk gençliğinin kaç kulübü, kaç mütalâa salonu, kaç kütüphanesi var? Seksen bin kadar nüfuslu iken son beş altı sene içinde yarısından biraz fazlası Türkiye'yi terk ve sermayeleri ile beraber harice hicret etmiş olan ve elyevm adetleri 35.000'e inen Musevî vatandaşlarımızın müdeaddit ilmî cemiyetleri var. Bene Berith kulübünün binası Musevî gençlerinindir ve burada mükemmel bir kütüphaneleri vardır. Mevsiminde burada muntazam konferanslar veriliyor. Dr. G. Le Bön vefat ettiği ay içinde merhum hakkında bir konferans vermeye beni davet etmeyi, yalnız bu 35.000 nüfuslu Musevî cemaatin gençleri düşündüler. Beni evimden muazzezen alıp Bene Berith'e götürdüler. Konferans salonunda tek bir boş yer yoktu. Salonun dört yüz küsur adam aldığı malumdur. Ayakta da elli altmış zat vardı. Samilerin yarısından ziyadesi hanımlardı. Büyük itina ve zevk ile dinlediler. Ve ruhanî sürür ve hazlarını canlı ifadelerle izhar ettiler. Union Française'de de aynı konferansı tekrar etmeye davet olundum. Halk evinde verilen aynı konferansımda 30 sami ancak bulundu. Darülfünun konferans salonundaki samilerimin nispeten çokluğu ile müteselli olabildim. Türk genci hem öğrenmek hem öğretmek vazifesini müdrik olmuş mudur? Halka gitmek ve halkı yükseltmek en yüksek gaye olmuş mudur? Gaye deyince hatırıma geldi.

Vaktiyle bir erkan-ı harp mirlivamız bana şunu hikaye etmişti: Rumeli "Vilâyat-ı sıtte" idaresi varken jandarma umum kumandanı idim. Bulgar çetelerini takip ediyorduk. Bir gün bir Bulgar çetesinin, bir Bulgar köy hocasının evinde gizlendiğim öğrendim. Bir müfreze askerle köyü sardım. Ben yanıma yaverimi ve bir iki nefer aldım. Köy hocasının evine gittim. Kapıyı çaldım. Bir temiz hizmetçi kız açtı. Hocayı sordum. "Büyürün, Dascalos Efendi şimdi gelir" dedi. Bizi içeri aldı. Bir salona götürdü. Bu geniş salonun her tarafı mükemmel ciltli ve cümlesi Almanca ve yüksek mevzulu kitaplarla dolu kütüphane idi. Bir Bulgar köyünde böyle mükemmel bir kütüphane nasıl bulunuyor diye hayret ettim. Ben köy hocası olarak ihtiyar, beli bükük, ak sakallı, mariz bir adam karşımıza çıkacak sanıyordum. Birkaç dakika sonra simsiyah sakallı, elbisesi sade fakat temiz, beyaz yakalıklı, iri yarı, simsiyah saçı alameriken iki tarafa taranmış, takriben yirmi yedi yaşında bir Bulgar delikanlı çıktı. Az Türkçe de söylüyordu. Fakat kitaplarının Almanca olmasından Almanca bildiğini anladım. Kendisi ile Almanca konuşmaya başladık. Heidelberg Darülfünunu'ndan felsefe doktoru olarak çıkmış olduğunu ve Bulgar gençleri için en yüksek gayenin ikmal-i tahsil eder etmez, bir Bulgar köyünde köy hocası olmak, Bulgar köylülerini aydınlatmak olduğunu söyledi. Bir Türk erkan-ı harp mirlivasının bana anlattığı vakanın hikayesine bir kelime ilave etmedim. Türk gencinin yüreği Türk köylüsünün yüreği, Türk köylüsünün derdi için sızlıyor mu? Bugün her yirmi haneli bir Bulgar koyunun mutlaka küçük bir hastahanesi ve mutlaka "praticien" yani her hastalığa bakan bir doktoru vardır.

Daha bundan iki buçuk, üç sene evvel Değirmendere'de bir kudurmuş boğa bir köylü Türkün karnını bir boynuz darbesiyle delmiş ve bağırsaklarını dışarıya dökmüştü. Bu bedbaht köylü, bağırsakları kucağında, İzmit'e kadar götürülmeye mecburiyet hasıl olmuş ve mahallinde en iptidaî sıhhî temizlik yapacak kimse bulunmaması yüzünden, zavallı vatandaş yolda ölmüştü. Bu faciayı mecmuasında yazmış olan Ahmet İhsan Bey, mebus ve galiba Zonguldak mebusudur.

Ben Servet-i Fünun'dan iktibas ve ictihad’a o zaman dercetmiştim. Köylü sıtmadan, trahomdan, frengiden ve en büyük dert olan cehaletten mustariptir. Hükümet tarafından yapılan yardım ve ihtimam bertaraf, Türk milliyet uyanıklığının Türk gençleri eli ile yaptığı bir hayır var mıdır? Biz okumuş, yazmış kimseler bir yüksek dal, bir çiçek, yaprak ve meyve olabiliriz, fakat bizim köklerimiz köylülerdir. Bizim kökümüz halktır. Kötü, gıdasız ve hasta olan bir ağaç, nasıl gururlanabilir? Toprak, çamur, gübre içindeki köklerini ağaç nasıl düşünmeyebilir? Vaktiyle yazdım ve söyledim. Sofya'da bir değil, on veremle mücadele cemiyeti var. Bulgaristan'da veremle mücadele mevzuunda tam on beş mecmua çıkıyor. Bunları Bulgar gençliği yapıyor ve yaşatıyor. Bizim gençlik yalnız Galatasaray ve Fenerbahçe münasebetiyle ortaya çıkıyorlar. Günlük gazetelerin ilk sahifesini bu oyunların işgal etmesine hayret ve hiddet etmemek, peygamber sabrına malik olmakla mümkündür. Spor olmasın demeyeceğim, fakat birinci sayfada verici safta olacak şeyler pek çoktur. Bu sözümden gençler münfail olacakmış, fakat bunu düşünmek benim vazifemle telif kabul etmez. 349 numaralı İctilıad’ı okudunsa, görmüşsündür ki ben hoşa gitmeyi değil, işe gitmeyi isterim.

Rusya'nın Romanya hududuna yakın köylerinden bir kafile köylü, Rus komünist mezaliminden kurtulmak için yurtlarını terk ederek, canlarını Romanya toprağına atmışlar. Fakat Rus hudut karakolları bunların üzerine yaylım ateşi açmış, birkaç yüz zavallı köylüyü, çocukları ile, kadınları ile Romanya toprağında yere sermiş. Bunu İstanbul'un günlük gazeteleri yazdı. Okudum. Çok müteessir oldum. Bu isyan ve nefret hissiyatımı bir mektupla İstiklal gazetesine yazdım. Bu gazete Berlin'de Resulzade tarafından neşrediliyor. Bunu gören muharrir gençlerimizden biri bana: "Sizin ilk defa bir makalenizi beğenmedim. Resuizade'ye yazdığınız mektubu. Biz sizi her ileri hareketin ilerisinde bulunur biliriz. Kanaatiniz bu merkezde olsa, bile yazmak doğru değil. Niçin gençliğin "sympathie"sini kaybedesiniz? Gençliğin temayülü malum" demişti. Bunun manasını tefsir ettim. Hulasa şudur: Gençlikte komünistlik temayülü var, gençlikte müsâafe yok. Yani ictihada ve vicdan hürriyetine hürmet yok. Gençlik maskeli olmayı tavsiye ediyor.

Gençliğin ruhunun istikameti ve derekesi bu olursa Türk Yurdu'nun vazifesi bitmek şöyle dursun, başlamamış olduğu anlaşılmaz mı? Türk Yurdu’nu tesis eden Yusuf Akçora Beyefendi biraderimiz mebus oldu, muallim oldu, kongre reisi oldu. Fakat Türk Yurdu tesisinde gaye bunları olmak elbette değildi. Türk Yurdu, yurda müreffeh ve muammer Türk ve Türk de mesut ve mamur yurt görmek ve bunların esbabını uzun yıllar çalışarak hazırlamaktı. Aydın Türk Ocağı'nda Gazj Paşa'nın suali ve aldığı cevap işin bir "parodie" mahiyetini geçememiş olduğunu göstermez mi? Yirmi dakikalık bir köye gitmek için araba ve otomobil tahsisatı isteyen Türk gençliği henüz doğmamış veyahut çoktan ihtiyar olmuş değil midir? Sıhhat-i umumiye işlerinde, maarif-i umumiye işlerinde Türk gencinin şahsî teşebbüsle küçük bir hayat göstermesini istiyoruz. Üç, dört sene evvel Türk Ocağı'nın bir odasında Fahreddin Kerim Bey oğlumuz, hani bir gençler kulübü yapmıştı. Tramvayda genç doktora rastgeldim. Bundan bahsederken hükümetin yardım etmemesinden şikayetle söze başladı. O zaman: "Ah, gençlik hükümetten muavenet almak değil, hükümete muavenet etmek vaziyet-i ruhiyesinde olmalı" dedim. Londra'da hükümetin bütçesi ile yaşayan ilk mektepler haricinde gençlerin ihya ve idame ettikleri iptidaî tahsile yalnız Londralılar senede 12 milyon İngiliz lirası verirler. Görüyorsun ki, evladım, Türk Yurdu'nun vazifesi, tekrar ediyorum, başlamış olmaktan da uzaktır.
 (...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder