7 Aralık 2007 Cuma

Köye Dönüş


Titrek elleriyle kapının kilidini çevirdi. Epeydir anahtarından uzak olan kilit önce direndi sonra anahtarın devinimine kendini bıraktı. Üzerinde yılların izlerini taşıyan boyasız tahta kapı gıcırdayarak açıldı. Uzun zamandan beri kullanılmayan evin içerisindeki eşyaların üzeri kalın bir toz tabakasının altında uykuya dalmış gibiydiler. İnsanların yokluğundan rahat bir nefes alabilen örümcekler ağlarını tavandan aşağıya sarkıtmışlardı. Dışarısının ayazı içeride de kendisini hissettiriyordu. Yaşlı adam içeri doğru bir adım attı, eşiği geçip durdu, eski bir dosta kavuşmanın sevinciyle baktı. Kaybettikleri aklına gelince sevinci anında hüzne dönüştü.

Ev iki odadan ibaretti. Kapıyı açınca girilen odanın ortasında saçtan bir odun sobası uzun zamandan beri ateşe hasret buz gibi dikliyordu. Küçük pencerenin altına konulmuş sedirin üzerinde yün bir şilte ve onun üzerinde de eski giysilerin kumaşları dilinip ip haline getirildikten sonra dokunmak suretiyle yapılan bir kilim seriliydi. Hanımı evdeki eski giysileri, düğünlerde davetiye olarak gönderilen basma kumaşları dilip ip haline getirip biriktirmiş bir arada ilçedeki dokumacılara dolmuşçularla salıp dokutmuştu. O zaman kızmıştı niye para verip de dokuttun bunu diye. Nedamet duydu o zamanki pişmanlığı için.Yerde de iki parça kilim seriliydi. Yıpranmış kenarları yılların aşınmasından korunmak için eski kumaşlardan fitil yapılarak korunmuştu..Pencerenin karşısına düşen duvarda bir raf ve rafa dizilmiş çinko ve bakır kaplar vardı. Üzerlerindeki toz tabakası geçen zamanın göstergesi gibiydi. Duvarların kenarına ise hasır yastıklar dayanmış, yerlere içerisine eski bezler doldurularak yapılan minderler yerleştirilmişti. İçerdeki odada ise bir çeyiz sandığının üzerine üst üste dizilmiş yün döşek ve yorganlar, köşede ise eski pirinç bir karyola vardı. Yerlerde yine kilim seriliydi. Karyolanın başucunda duvarda üzerinde udlu cümbüşlü şarkılar söyleyip sefa süren saray kadınlarının resmedildiği bir makine halısı asılıydı. Epeydir bakımı yapılmayan toprak tavan yağmurlarda akmış kilimlerin üzerinde yer yer lekeler meydana gelmişti.

Elleri yakası ve yenleri yamalı paltosunun ceplerinde içerideki odaya girdi. Yıllarca kullandığı eşyaları eski bir dostla halleşme ihtiyacıyla gözden geçirdi. Çeyiz sandığı karısının babasının evinden getirdiği sandıktı. Düğün günü aklına geldi. O zamanlar köyde otomobil yoktu. Duyarlardı atsız arabaların çıktığını ama daha görmemişlerdi Atla gelmişti gelin. Kapıda karşılamış gelini, inerken de cebindeki bozuk paraları savurmuştu havaya. O günün heyecanının bir an yeniden içinde duydu. Arkadan gelen arabada da her gelinin çeyizinin vazgeçilmez parçası olarak ceviz sandığı yer alıyordu. Yılların eskitemediği pirinç karyolada ise kırk yılın mutluluğu uykuya varmıştı sanki.

Kapının çalınmasıyla hayallerinden uyandı. Yıllardır komşuluk yaptığı Ahmet ağanın gelini açık kapının önündeydi:
-Evin önünden geçerken gördüm. Dursun Dayı. Hoş geldin. Nasılsın? Kısa bir an boğazındaki hüzün düğümünü gidermek için uğraştı ve geldiğine memnunmuş gibi?
-Hoş bulduk kızım. Sağ ol iyiyim. Ahmet ne yapıyor?
- Çok şükür Dursun dayı. Babam da iyi sayılır. İhtiyarlıktan yürüyemediği için camiye gidemiyor ona çok üzülüyor. Başka da bir şikayeti yok. Geldiğini duyunca çok sevinecek.
- Ben de özledim komşumu elbet onu da ziyarete geleceğim. Az gün geçirmedik onunla.
- Sen niye geldin bu kışta kıyamette Dursun Dayı?
-Usandım kızım Ankara’dan. Apartman dairesine tıkıldım kaldım. Komşu yok, ahbap yok aynı hapislik gibi. Ramazanı tanıdıklarım arasında geçirmek istedim.
- Hoş geldin sefa geldin. Bir ihtiyacın olursa sesleniver emi. Hatice teyzenin çok hakkı var bizde. Nur içinde yatsın. Kadın düşünceli düşünceli uzaklaştı.

Gerçektende gözünde tütmüştü bu iki göz ev. Alışamamıştı bir türlü dört duvar arasında yaşamaya. Dayanacaktı yine de ama olan olmuştu işte. Nasıl söyleyebilirdi niye geldiğini? Bu köhne evde dört çocuk büyütmüştü. İki kız iki oğlan. Üç beş parça tarlanın üzerinde gece gündüz çalışarak, çobanlık yaparak büyütmüştü çocuklarını. Karısının söylediği ninniler hala kulaklarında çınlıyordu. Şimdi hepside yetişmişti. Kızlar gelin olmuş gitmişlerdi büyük şehre. Büyük oğlan Almanya yolcusu olmuştu yetmişlerde sonra karısını da götürmüştü. En son anasının cenazesine gelmişti üç günlüğüne. Önceleri de zaten sık gelmezdi. Değiştirmişti onu gavur elleri. Küçük askere gitmeden evermişti köyde kalır ocağımızı tüttürür diye. Asker dönüşü fazla durmamıştı o da. Büyük şehire yakın köylerin kaderinde yazılı olduğu üzere çok geçmeden Ankara’nın yolunu tutmuştu. Evlat hasreti bir süre içlerini kemirse de onların sağlık haberleriyle mutlu olmaya alıştırmışlardı kendilerini. Yaz tatillerinde gelen torunları onlar için bitmez bir sevinç kaynağı olmuştu. Hatice eline geçen yiyeceği içeceği daha başka şeyleri onlar için saklardı. Onların gelmelerine yakın tavukların yumurtalarını biriktirir, koyunların sütünü çeker tereyağı hazırlar, kış günlerinde gelinlerine, kızlarına, torunlarına yünden çoraplar patikler örer bayramlarda geldiklerinde onlara verir yüzlerindeki sevinç emarelerini görünce havalara uçardı. Bayram gelmeden önce çocukları için baklava açar, börek çörek yapar, çeşit çeşit hoşaflar kaynatırdı da hiç yorulmazdı. Bütün yaşadıkları sanki başkasının hayatından bir parçaymış gibi, sanki hiç yaşanmamış bir masal gibi geliyordu şimdi. Geçen yaz yalnız bırakmıştı Hatice kendisini. Gidişi habersiz ve ani olmuştu. Köy odasından geldiğinde evde pencerenin önünde sedirde oturur bulmuştu. Gözleri pencereden dışarı uzaklara sanki geçmişe bakar gibi kalakalmıştı. Yalnız başına bırakıp gitmişti onu. O zamana kadar hiç düşünmemişti bir gün yalnız kalacağını.

Ezan sesi köyün üzerine yayılmaya başladı. Evden çıkıp kapıyı kapadı. Camiye doğru dermansız ayaklarını sürükleyerek yürüdü. Şadırvanda abdest alıp camiye girdi. Namazdan sonra herkes hoş geldin etti. Hep kendi akranıydı camidekiler. Çocukluğunda beraber bağlara meyve çalmaya gittiği, koyun güttüğü, yarenlik ettiği arkadaşları. Camiye gelen bir yabancı köyün ebter olduğunu zannederdi her halde. Hacı Hasan koluna girdi:

-Kendini özlettin be Dursun. Ara sıra böyle gel işte. Hayrola Ramazanın içinde niye geldin?

Cevap verecek gücü kendinde bulamadı. Elini öylesine işte der gibi salladı. Gözündeki yaşlar görünmesin diye yüzünü çevirdi. Soranda anlamıştı yanlış bir soru sorduğunu üstelemedi. Beraber köy odasına yöneldiler. Eve gitse ne yapacaktı şimdi. Soğuk bir soba kendisini karşılayacaktı. Köy odasında da herkes hoş geldin etti ve yine herkes kendi dünyasına döndü. Politika konuşuldu, yağışlardan konuşuldu, daha bir çok şeylerden bahsedildi. İkindi namazı için kalktılar ve namazdan sonra da herkes yaklaşan iftarın özlemiyle evlerine dağıldı. Israr ettiler misafir etmek için ama içinden gelmedi gitmek. Sorulara muhatap olmak istemiyordu. Belkide hatıralarıyla hasret gidermek istiyordu bu akşam. Evine doğru yürüdü. Titreyen elleriyle odunluktan bir kaç parça odun çıkarıp güç bela sobayı tutuşturabildi. Gidip bakkaldan bir şeyler alması gerekiyordu iftar için. Tam çıkacakken kapı yine çalındı. Ahmet ağanın oğlu elinde bir siniyle kapıda bekliyordu:

-Babam selam söyledi Dursun Amca dedi. Teklif beklemeden içeri girip siniyi sedirin üzerine bıraktı. Duvardaki sofra altını yere koyup üzerine taşbasma desenli sofra bezini serdi. Siniyi üzerine koydu.
-Sen zahmet etme Dursun amca. Ben sonra alırım sofrayı haydi afiyet olsun, Allah kabul etsin orucunu deyip çıktı. Arkasından sadece “Allah razı olsun” diyebildi.

Sedirin üzerine oturdu. Sabit nazarlarla sofraya bakıyordu. Birden sarsıldı ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Yalnız olduğu için rahatça ağlıyordu. Ezanla beraber sofranın başına oturdu ve titreyen elleriyle orucunu açtı. Lokmaları güçlükle yutuyor her lokmada gözlerinden yaşlar yuvarlanıyordu. Bazen yemeğin bir kısmı kaşıktan sininin üzerine dökülüyordu. İhtiyarlıktan dolayı elleri titriyordu çünkü.

Hanımı öldükten sonra küçük oğlu ve kızları gelmişlerdi yanına. “Baba yalnız kalamazsın artık, birimizin yanına gel” demişlerdi. Kızların yanına gitmek istemedi. Büyük oğlan zaten yurt dışındaydı küçük oğlanın yanında kalmaya karar verdi. Oğlunun Ankara’da giriş katta bir dairesi vardı. Üç oda bir salon yüz metrekare bir evdi. Kuzey cephe olduğu için güneşten pek faydalanamıyordu. Bir süre sonra oğlu evin iyi olmadığından yakınmaya başlamıştı, lafı dönüp dolaştırıyor daha iyi bir ev almak istediğini söylüyordu. Bir gün babasına:

“- Baba evimizin vaziyetini biliyorsun giriş kat ve biraz dar. Önceden yetiyordu ama şimdi dar geliyor. Yanımızda kalacağına göre köydeki tarlaları artık işletemezsin. Tarlaları satsak da biraz daha büyük ev alsak hepimiz rahat ederiz” demişti. Benimle beraber kaldığına göre tarlalarda benim olmalıdır çünkü sana ben bakıyorum demeye getiriyordu. Karşı çıkmıştı. Diğer kardeşlerinin haklarını çiğneyemeyeceğini söylemişti. Ayrıca bütün malını satıp çocuklarına devrettikten sonra yine kendisini sahipleneceklerinden pek emin değildi artık. Nasıl olmuştu da değişmişti çocukları bu kadar bir türlü akıl erdiremiyordu.

O günden sonra oğlunun hareketleri de değişmeye başladı. Allah şahit gelininden memnundu. Kendisine karşı bir tavrı yoktu. Ama oğlu sevgisiz gözlerle bakmaya hatta ara sıra azarlamaya başlamıştı. Kızlarının yanına gidemeyeceğini biliyordu. Ne de olsa el oğlu vardı başlarında. Oğlu bir kaç defa daha konuyu açmaya çalıştıysa da kulak vermedi. Elindeki bir kaç parça tarlayı satıp oğluna verirse diğer çocuklarının hakkını nasıl ödeyecekti. Üstelik güvenemiyordu artık çocuklarına. Elinde bir şey kalmadıktan sonra kendisine bakmazlarsa ne yapacaktı. Bu çocuklar kucağında gezdirdi, koyun gütmeden gelirken topladığı mantarları, yemlikleri elinden kapışan, etrafına fır dönen çocuklarımıydı. Sofra başında yemeğin iyi yerlerini hissettirmeden kaşığıyla önlerine iteklediği çocuklarımıydı. Nihayet bir hafta önce yemek sofrasında önüne yemek döktüğü için azarlamıştı oğlu. Komşuları misafir gelmişti yemeğe. Sofraya oturmuşlardı. Ellerinin titremesine hakim olamadığı için çorba içerken dökülmüştü biraz. Oğlu kızgın kızgın bakmıştı sofrada ama bir şey dememişti. Misafirler gittikten sonra yanına gelmiş. “Ne biçim yemek yiyorsun baba ya. Her tarafı batırıyorsun. Hani diyorum ki biraz köye gitsen de orada kalsan diyorum” demişti. Başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Annesinin kaşık elinde arkasından gezdiği günler aklına gelmişti. Bir kaşık fazla çorba içirebilmek için. Ağlamamıştı güçsüzlüğünü göstermemek için. Gelini acıyan bakışlarla bakmış ama ses çıkarmamıştı. Biliyordu bütün bunları tarlaları satmadığı için yapıyordu. Köyde onları büyüttüğü evi düşündü birde oturdukları apartman dairesini. Şimdi bura bile az geliyordu oğluna. Yarabbi hangi neden oğlunun gözünü böylesine dünya hırsı bürümesine sebep olmuştu. Acaba yüreğindeki merhameti hangi sinsi eller çekip çıkarmıştı. İnsanın ve malın değiş tokuş edildiği bir pazara nasıl olupta düşmüşlerdi çocukları anlayamadı.

Akşam namazını kıldı. Kızlarının işlediği mahfazasında duvarda asılı duran Kur-an’ı aldı. Bir Yasin okuyup karısına gönderdi sevabını. Ezanın okunmasıyla çıktı evden. Ayaklarını sürüyerek camiye yöneldi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder