6 Aralık 2007 Perşembe

Et’imiz lime lime



Hayatının acı tatlı hatıraları ile yoğrulmuş toprakları terk-i diyar edeli on sene geçmişti. Çocuklarının ısrarlarına dayanamayarak göç ettiği İstanbul hala gurbetti. Onun için Nebati yağlar ve kasaptan alınan etlerle pişen yemeklere alışamamıştı bir türlü. Bu yüzden tereyağını, peynirini, hatta etini bile köyden getiriyordu Hayrettin Dede.

Hem sıla özlemini söndürmek, hem de ihtiyaçlarını karşılamak için her yaz Erzurum'a gider, bir iki ay kaldıktan sonra evinin kış yiyeceğiyle dönerdi.

Köyüne ayak basar basmaz yaptığı ilk iş, iyi bir sığır bulup onu besiye çekmekti. Köyde kaldığı süre içinde dağların bin bir çeşit otlarıyla beslenen hayvan kısa zamanda etlik haline gelirdi.

Ama bu sene ilk defa, memleketine gittiğine de gideceğine de pişman olmuş Hayrettin Dede. Çünkü bütün araştırmalarına, bütün çabalarına rağmen bir sığır bulamamış. Köy köy, şehir şehir dolaşmış; ama nafile. Ve o moral bozukluğuyla köyünde bile kalmadan dönmüş İstanbul'a. Hayatında ilk defa kışı kavurmasız geçirecek Hayrettin Dede. Yani etsiz geçirecek.

Bu gidişle bütün Türkiye aynı kaderi paylaşacak onunla. Çünkü kesilip et haline getirilecek hayvan bulmak neredeyse imkansız hale geldi. Türkiye'nin et dolabı olan Doğu Anadolu'da yaşanan bu kaos ülkenin her köşesinde hissediliyor artık. Fiyatların beş yüz bin liraya dayanması ve et ithalatının gündeme gelmesi de felç olmuş hayvancılık sektörünün canhıraş feryadından başka bir şey değiL. Peki bu noktaya nasıl geldik? Her zaman böbürlenerek söylediğimiz, kendi kendine yeten bir tarım ülkesi nasıl bu duruma düştü? Kaynaklarımızı nasıl kuruttuk?

Doğu insanı da tam anlayabilmiş değil bu durumu. Hayatları boyunca hayvanlarla haşır neşir olan bu insanlar, kendilerini çöl ortasında terkedilmiş yetimler gibi hissetmeye başlamışlar. Çünkü birkaç yıl öncesine kadar hemen hemen her köyde ikibine yakın sığır sürüsü çıkarken, şimdiki sayı yüzü geçiyor. Bunlar da sadece sütünü sağdıkla" inekler ve kağnı arabasına koştukları öküzlerden ibaret. Bundan dolayı da hiçkimse sığırını pazara götürüp satmıyor, zaruri ihtiyaçlarına ancak yeten mevcudunu elinden çıkarmak istemiyor. Böyle olunca da hayvan pazarları ve mezbahalar sinek avlamayı sürdürüyor.

Budurum Erzurum mezbahasında somut olarak yaşanıyor. 1983 yılında Erzurum'da kesilen yaklaşık küçük ve büyükbaş hayvan sayısı 300 bin dolayında iken, 1984 yılında bu rakam 210 bine, 1985 yılında 193 bine, 1986 yılında 149 bine, 1990'da 108 bine, 1993'te 58 bine, 1994'te 22 bine, 1995 yılının haziran ayı dönemine kadar da 6 bin 280'e düştü.

SEBEPLER
Hayvancılık sektörünün gerileme süreci göçle başlıyor. İnsanlarımızın Anadolu'dan kalkarak batıya göç etmesiyle köyler büyük oranda boşaldı. Hatta yüzlerce köy tamamen terk edildi.

Mesela Erzurum'un ispir kazasına bağlı 10'a yakın köyde hiç kimse yaşamıyor. Sadece yaz aylarında tatil maksadıyla gelenlerin dışında oturan yok bu köylerde. Anadolu'nun bütün köylerinde de durum bundan pek farklı değil. Köylerde ikamet edenler olsa bile, bu insanlar genelde iş göremeyecek olan ihtiyarlar. Bunların çocukları ise zaten büyük şehirlerde hayatlarını kazanıyor. Bu sebeple köylerde hiç kimse kendi ihtiyacından fazla hayvan beslemiyor; besleyemiyor.

İnsanların, köylerden akın akın boşalmalarının sebebi de bir anlamda tarım ve hayvancılık sektörüne olan ilgisizlikten kaynaklanıyor. ilkel şartların kıskacına terk edilen bu sektörden yeterli verimi ve kazancı elde edemeyen köylüler karınlarını doyurmak için Büyükşehirlere göç etmek zorunda kaldılar.

ikinci sebep ise; herkesin bildiği terör. Güneydoğu Anadolu'da terör korkusundan dolayı yine hiç kimse ihtiyacından fazla hayvan besleyemiyor.

İşte bütün bunlara devletin hayvancılık alanındaki yanlış politikaları ve verilen teşviklerin yerini bulmaması da eklenince hayvancılık sektörümüz felce uğradı. Bugün içinde bulunduğumuz durum ise apaçık ortada: "Zaruri ihtiyaçlarda dışa bağımlılık ve gıda güvenliği tehlikesi."

Kendi öz kaynaklarımıza sırt çevirmenin ve hayvancılık sektörünü yok etmenin faturası bununla da bitmiyor. Asıl tehlike ekolojik dengenin bozulması. Otlak alanları ve biyolojik ortamıyla uyum sağlamış tabii bir bütünün bir kısmını koparırsanız ortaya nelerin çıkacağını kestirmek zordur. Hatta bu dengesizlik şimdiden başlamış bile. Doğu Anadolu'nun birçok köyünde, -şimdiye kadar hiç rastlamadıkları halde- son yıllarda çayırları ve tarlaları yok eden domuz sürülerinin hızlı bir şekilde çoğaldığını söylüyor köylüler. Ayrıca hayvancılığı ticari bir meta gibi de düşünmemek gerekiyor. Çünkü bir hayvan neslinin genetik yapısının oluşması ve çevreye intibak sağlaması aşırlar süren bir süreç.

SANAYILEŞME KURTARAMADI
Sebepler arasında, sanayileşme tutkumuzu saymamak haksızlık olur: Dünyada esen sanayileşme rüzgârlarına kapıldığımızdan beri unutmuştuk her şeyi. Gözümüzü makineleşme ve tez elden para kazanma hırsı bürüyünce öz kaynaklarımızı göremez olduk. Elimizin tersiyle ittik hepsini. Avrupa'da, Amerika'da ne yapılıyorsa taklit etmeye çalıştık. Ama taklitle ne kadar yol kat edebilirdik, bunu hesaba katmadık. Zarar ettiğimizi bile bile, ısrar ettik.

Sanayileşme elbette her ülke için vazgeçilmez bir unsur; ama bunu yaparken ülke kaynaklarına sırt çevirmek bugün yaşadığımız, telafisi imkânsız neticeleri doğurabiliyor. Yani sanayileşme ile kaynaklarımız arasındaki dengeyi oturtabilseydik bugünkü durumumuz çok daha farklı olabilirdi. Mesela, sanayileşmeden kalkınmasını tamamlamış olan Yeni Zelenda ve Danimarka bizim için iyi bir örnek, çünkü bu ülkelerle benzeşen çok yönümüz var. Bütün bunlara rağmen Türkiye'de gayri safi milli hasılanın yüzde on yedilik payının tarım sektöründen elde edilmesi de bu gerçeği teyit ediyor.

Ama bugün, uğruna birçok şeyi ihmal ettiğimiz sanayileşmede ne kadar yol aldığımız ortada. Buna rağmen, anlamsız bir inadın peşinde koşuşturmayı anlamak gerçekten zor. Bir tarım ülkesi 0lan ve bütün iklimlerin yaşandığı ülkemizde kendi kaynaklarımıza hor bakmanın bedelini aç kalarak yaşıyoruz bugün. Asgari ücretin beş milyon olduğu ülkemizde bir kilo etin beş yüz bin lira sınırına dayanması iflastan başka neyle izah edilir.

Bu etler kendi toprağımızda kendi insanımızın yetiştirdiği hayvanların eti olsa yine gam değiL. Anadolu'nun kekik kokan dağlarında otlamış hayvanlarımızın yerine Avrupa'nın küspe ile şişirilmiş sığırlarına avuç dolusu para saymak gururuna dokunuyor insanın. Hatta sığır mı, başka bir hayvan mı bunu anlamak da kolay değiL. Zira bundan. Böyle etler kemiksiz olarak ithal edilecek. 9 Ağustos'ta bir tebliğle başlatılan bu uygulamaya 60 bin ton kemiksiz et ithaliyle start verildi.

TEPKILER SORÜYOR
Ülkemizde ilk olarak kemiksiz et ithaline izin verilmesi, birçok tartışmayı dır beraberinde getirdi. Birçok dernek, birlik ve sağlık kuruluşu buna karşı çıktılar, raporlar hazırlayarak hayvancılık sektörünün can çekiştiğini duyurmaya başladılar. Sağlık-Der tarafından hazırlanan raporda et ithalatına karşı çıkılarak, bunun çifçiler üzerinde psikolojik etkiler meydana getireceğine işaret ediliyor. Rapor, aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Veteriner İşleri Başkanı olan Mehdi Elq:r tarafından hazırlanmış. Et ithalatına gösterilen ilginç tepkilerden biri de TEMA Vakfı'ndan geldi. Erozyonla mücadele konusundaki çalışmaları ile tanınan Hayrettin Karaca, değişik bir açıdan olaya yaklaşıyor.

Hayrettin Karaca: (TEMA Vakfı Başkanı): Ot olmadan et bulamayız.
Hepimizin bildiği gibi hayvancılığımızın ana kaynağı meralardır. Türkiye'nin meraları ise erozyon sebebiyle can çekişmektedir. Bugün ülkemizin 21.7 milyon hektar mera alanının yüzde 90'ı ıslaha muhtaç durumdadır. Ve Türkiye’miz, hayvansal gıdalar itibariyle yetersiz ve aç bir ülkedir.

Türkiye'de aşağı yukarı 24.1 milyon büyükbaş hayvan birimine eşdeğer hayvan meradan faydalanmaktadır. Bu miktar en fazla Doğu Anadolu Bölgesi'nde olup, bunu azalarak sırayla Karadeniz ve iç Anadolu bölgeleri takip etmektedir.

Hayvancılık öncelikle yem demektir. Ancak ülkemizde hayvan yeminin esas kaynağı olan çayır ve meralar bu kadar hayvanın kaba yem ihtiyacını yeterli ölçüde karşılayamamakta ve bitki örtüleri yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Hayvan, yiyecek otu bulamazsa, biz eti nereden bulacağız?

Mehdi Eker (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Veteriner İşleri Müdürü): Hayvancılığımız dışarıya endeksli
1980 tarım sayımında profesyonel manada hayvancılık yapan tarımsal işletme sayısı diğer işletmelere oranla yüzde on ikidir. 91 genel tarım sayımında bu oran yüzde dörde düşmüştür. Yani 400 bin işletmeden 150 bine düşüyor. İnsanlar terk ediyor bu sektörü. Bunun sebepleri üzerinde durmak gerekiyor. Et üretimi fiziki manada 84 ile 94 yılları arasında büyük bir düşüş gösteriyor. Hem mutlak manada, hem de kişi başına düşen et miktarı olarak. Mutlak manada 1984 yılında 588 bin ton, 1993'te 431 bin ton. Kişi başına düşen ete bakın, 84'te 11.99 kilo, 93'te 7.25 kilo.

Bu etteki durum. Bir de sütteki duruma bakalım. Dünyadaki konjonktürden soyutlanmak mümkün değildir. İlginç bir tesadüf vardır burda. Türkiye'nin canlı hayvan ithal etmesi iki şeyin arkasından geliyor. 1985 yılında Avrupa Topluluğu üretim fazlalığından dolayı, bu üretim stoklarının eritilmesi için kendi içerisinde bir karar çıkardı. Kota uygulamaya başladı. Her çiftçiye bir kota tayin etti. Mesela bir çiftçiye, 150 ton süt alırım, dedi. Böyle olunca çiftçiler en iyilerini kendileri için saklayarak fazla mallarını elden çıkarmak için pazar aramaya başladılar. Bu pazar oluşturulurken kendi ihraç ettikleri ürünler için de ayrıca sübvanser arıyorlar. Ve 1985'ten sonra Türkiye'de ilk hayvansal ithalat başladı. Birinci dönem bu. Bu damızlık canlı hayvan ithalatı. Kendilerine bir pazar lazımdı bunu oluşturdular. İkincisi de kasaplık canlı hayvan ithalatı. Bu da Sovyetler Birliği'nin çöküşü ile başladı. Komünist rejim döneminde çok büyük kapasiteli işletmeler vardı. Bunlar hem döviz ihtiyacı, hem de işletmelerdeki fazla sayıdaki hayvanlarını elden çıkarmak için ihracata başladılar. Onların da pazarı Türkiye oldu. Yani bu da konjonktürel.

İsrafil HANCI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder