6 Aralık 2007 Perşembe

Atatürk'ün Eğitim Felsefesi ve Köylüler



L’illustration dergisinin 13 Ekim 1928 tarihli sayısının kapağında
Başöğretmen Atatürk’ün yeni Türk harflerini tanıtan bu fotoğrafı yer almıştır

/Şerif BUDAK*
İyi eğitim görmüş, bilinçli bir toplumun varlığını, yeni inkılâpların ve cumhuriyet yönetiminin yerleşmesi ve yaşamasının ön şartı olarak gören Atatürk; eğitim sisteminin ülkemizin ihtiyaçlarına ve çağın gereklerine uygun olarak yeni baştan kurulmasını ve bu eğitimin aynı zamanda toplumun bütün kesimlerine yaygınlaştırılmasını gerekli görüyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu yaklaşımla belirlenen millî eğitim politikası, temelde üç ana amaca yönelmiştir. Bunlar;

1- Millî kültür birliğinin sağlanması,

2-Vatandaşlık eğitiminin ve ilköğretimin yaygınlaştırılması,

3- Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu eğitilmiş insan gücünün yetiştirilmesi olarak özetlenebilir.

Bu amaçları gerçekleştirmek için çok emek sarf eden Atatürk, az zamanda çok iş başarmış; diğer alanlarda olduğu gibi eğitim alanında da ani ve çok etkili değişimi gerçekleştirmiştir. Atatürk bu yönüyle, Çelik’in (1999) “Dönüşümcü lider” tanımına tam olarak uymaktadır. Çünkü, dönüşümcü liderliğin niteliklerini fazlasıyla taşımaktaydı.

Atatürk, her alanda karşılaşılan güçlükleri aşmaya çalışmış; fakat diğer alanlarda karşılaşılan güçlüklerin aşılmasında eğitimin anahtar rolünün olduğuna inandığı için eğitime çok önem vermiş ve özel bir alaka göstermiştir.
 (…)

Eğitim Yaygınlaştırılmalı ve Bilgisizliği Gidermelidir:
Atatürk; eğitim, toplumu cehaletten kurtarmalı, toplumun bilgi ve ahlak düzeyini yükseltmeli ve öğrencilerin kabiliyetlerini ortaya çıkarıp geliştirmelidir, diyordu.

Cumhuriyetin ilk yıllarında halkımızın % 90’nı okur-yazar değildi. Bundan rahatsız olan Atatürk; “Toplumumuzda yaygın bir bilgisizlik vardır. Memlekette cehaleti süratle ortadan kaldırmak lazımdır. Başka kurtuluş yolu yoktur.” diyordu.

Kadınların ve köylü nüfusun eğitim-öğretim görmelerini isteyen Atatürk, şöyle diyordu: “Bu memleketin asıl sahibi ve toplumumuzun esas unsuru köylüdür. İşte bu köylüdür ki bilgi ışığından  yoksun bırakılmıştır.” (Akyüz, 1993: 290). 1928 yılında bu konuda şöyle diyordu: “Bir toplumun yüzde onu, yüzde yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni okuma yazma bilmezse, bu ayıptır. Bundan insan olanların utanması lazımdır.”(Akyüz, 1993:299).

Eğitimi yaygınlaştırmak için 1353 sayılı yasayla yeni Türk Alfabesi kabul edilmiştir.
(…)

HÜMANİZM
Hümanizm, 13. asırda edebiyat alanında başlayıp, esas olarak, Rönesans’la daha çok aydınlar arasında gelişmiş bir harekettir. Hümanizm, Ortaçağ Hıristiyan dünyasında görülen skolastik anlayışa tepki olarak ortaya çıkmış, Yunan ve Latin edebiyatına dönüş ile kendisini göstermiştir. Bu dönüş bir antikite hayranlığı, hatta antikiteye bir tapınış şeklinde belirmiştir. Bu hareket, antik eserleri taklit eden, onların modellerini, biçimlerini, örneklerini, tanrılarını, zihniyet ve dillerini tapınma derecesinde benimsemiştir (Bolay, 1997: 218).

Rönesans’ın doğuş zemini hümanizmdir:

“Yeniden doğuş” anlamına gelen Rönesans; eski Yunan ve Roma uygarlıklarının gelişip yayıldığı Antik döneme ait klasik eserlere dönülerek Avrupa’da, sanat ve fikirde yeniden gelişmelerin sağlanmasıdır. Hümanizm akımının öncüleri ise, Antik dönemde hümanist kültürün temellerini atan Sokrat, Eflatun ve Aristo’dur.

“Rönesans’ın doğuş zemini hümanizmdir”diyen Çetişli’ye (2001) göre; hümanist felsefe ile Rönesans ve reform hareketlerinin temelini, İlk Çağ felsefesi ve felsefecilerinin düşünceleri oluşturmuştur.

“Hümanist felsefenin hayatın değişik alanlarına somut yansıması olan Rönesans ve reform arasında çok yakın ve çoğu zaman iç içe geçmiş bir ilişkiler ağı vardır. Hümanizm, Rönesans ve reform; bir anlamda birbirini var eden veya birbirinin sebep ve sonucu olan gelişme, değişme zincirinin iç içe geçmiş halkalarındır. Elbette ki öncelik hümanizme aittir” (Çetişli, 2001:39).

Avrupa’da gelişen bütün akımların fikrî ve felsefî temelinde, öncelikle hümanizm ve Rönesans döneminin birikimi vardır. Her akım büyük ölçüde kendinden önceki akımların ve eski Yunan edebiyatının tesiri altında ve onun devamı mahiyetindedir.

Örneğin, klasisizmin hümanizmden esinlenişi şöyle açıklanmaktadır: “18. yüzyılın başından itibaren yerini romantizme bırakmış olan klasisizm; Rönesans ve reform hareketlerinin yaşandığı sosyal, siyasî, kültürel ve felsefî ortamda filizlenmiştir. Klasisizmi besleyen öz su Antik Çağdan gelmekle birilikte, toprak Rönesans dönemidir. (Çetişli, 2003: 47-60).

Hümanizmin Dogmatikleşmesi
Yunan ve Latin edebiyatına yeniden dönüşü esas alan hümanizm; bir antikite hayranlığından da öte, antikiteye bir tapınış şekline dönüşmüştür. Hümanizmin bu yönüyle; bilimsel doğruların ortaya çıkmasına engel teşkil edecek bir boyut kazandığı dahi ifade edilmektedir. Örneğin, Arkeolojik araştırmalarla tanınan Prof. Dr. Fahri IŞIK; “Konu Helenler (Yunanlar) olunca bilim dahi tartışılmaz ve tabulaştırılır” diyerek, bu gerçeğe dikkat çekmiştir.

Meriç (1977), “Umrandan Uygarlığa” adlı kitabında; Yunan tarih ve kültürüne tapınışın somut örneklerine yer vermektedir. Sumner Maine’in: “Tabiatın kör kuvvetleri bir yana, kainatta hareket eden ne varsa kaynağı Yunan’dır.”dediğini; Renan’ın ise: “Güneş altında tek mucize; Yunan mucizesidir.” dediğini yazmaktadır.

“Batı medeniyetinin kaynağına inmek” düşüncesini, Türkiye’de özellikle 1940’larda heyecanla savulanlar olmuştur. O dönemin sosyolojik tahlilini yaparak bu hezeyanları değerlendiren H. Ziya Ülken’e göre: “Güneş altında söylenmemiş hakikat yoktur, diyerek her şeyi Yunan’a icra etmek mahiyet bakımından bağnazlıktır.” (Türkdoğan, 1994: 130).

Bizde Yunan’ı ilk merak edenler, Abdulaziz devrinin Batı hayranı paşalarıdır. II. Meşrutiyet devrinde batılılaşma yolunda dev adımlarla ilerleyen ve Fransız edebiyatı ile sermedi bir vuslat halinde yaşayan aydınlarımızı yeni bir merak sarmıştır. Batı medeniyetinin kaynağına inmek. Bu aydınlarımıza göre, Batı irfanının Yunan-ı Kadimden başka kaynağı yoktur. H. Ali Yücel “Edebiyat Tarihi” kitabında diyor ki: “Yunan esatiri her kavmindir; medeni insanların ebedi kitabıdır.” Yakup Kadri: “Bütün kitaplarımı yaktım. Kaybettiğim zamana ağlıyorum. Nihayet membaı buldum; fakat heyhat neden sonra. Şimdi kendimi genç, kavi, yüksek ve geniş buluyorum.” diyor. (Meriç, 1977: 9-10).

Yahya Kemal’in Paris dönüşü Yakup Kadri ile birlikte başlattıkları “Nev Yunanilik” (Neo Helenizm) akımının edebiyatımıza etkileri, günümüzde akademik çalışmalara tez konusu olmaktadır.

“İnsanlık, en yaramaz çocuğuna düşkün çılgın bir anne.” diyen Meriç (1977), Helenlerin Antik dönemini şöyle tasvir etmektedir: “Bir kavim ki, fertleri de, devletleri de çapulculukla palazlanmış. Hor görmüş alın terini, haklıyla haksızı, iyiyle kötüyü umursamamış.. Medeniyetinin en parlak devrinde ahalisinin kırkı köle biri hür. Ahlaksızlar, baş tacı.. Her yıl tanrılarına insanlar kurban edilmiştir; binlerce çocuğun kanına girilmiş her gün.. Ama, bu meziyetlerini öyle pazarlamış ki iki bin yıl tarihin baş köşesine oturtulmuş.” Meriç, 1977: 9-10).

“Hümanizmi, insanlık sevgisi, insanın yücelmesini en yüksek amaç sayan bir öğreti olarak görenler çoktur. Ancak, hümanizmi “insancılık” olarak düşünmek konuya çok yüzeyden bakmaktır. Çünkü, hümanizm eski Yunan ve Latin kültürünü yeniden canlandırmadır (Erkal, 2002: 5).

Hümanizmin temelde insan sevgisine dayandığı iddiası tartışmaya açık bir konudur. Çünkü, hümanizm bütün insanları değil, seçkin (elit) bir sınıfın refah ve mutluluğunu hedef alan bir düşüncedir. Toplumu; asil-soylu, hür-köle vb. gibi sınıflara ayırmıştır. İnsanların eşitliğini temele almayan bir öğretinin insan sevgisine dayandığını  söyleyebilmek mümkün müdür?

“A. Comte; insanlığı tapılması gereken ebedi ve sonsuz varlık olarak görmüş, “İnsanlık dinî” diye bir din kurmuş, bu dinin ilmihalini yazmış insanlığı ibadet edilmesi gereken tanrı ilan  etmiştir.” (Bolay, 1997: 219).

Hümanizmin bu kadar yüceltilmiş olmasına rağmen, hümanistlerin insana değer verdiği ve insanları sevdiği iddiası doğru değildir. Çünkü, bunu tekzip eden pek çok fikir ve örnek tarihi olay sayılabilir.

Örneğin; Katolik kilisesine karşı çıkan Luther; ezilen büyük kitle, yani köylüler asillere karşı isyan ettikleri zaman Luther’in kendilerini tutacağını zannetmişlerdi. Luther, onlara sadece sırtını dönmekle kalmadı, asil sınıfla bir oldu. “Şu günlerde kan döken bir hükümdar, dua eden bir hükümdardan daha hayırlıdır, daha kolay cennete gider.” ve “Devletin kılıcı kanlı olmalıdır.” dedi. Onun, “Hırsız ve cani sürüleri” dediği köylüler neticede feodal beyler tarafından mağlup ve perişan edildi, yüz bine aşkın köylü öldürüldü. İnsanların eşitliği iddiasına karşı çıkan Luther’e göre; “İnsanların bir kısmı hür, bir kısmı köle, bir kısmı idareci, bir kısmı da teb’a olmalıdır.” (Güngör, 1989:64).

Aydınlanma Çağı’nın asıl önderleri olan,  Voltaire ve J. Jacques Rousseau gibi hümanist yazar ve düşünürler, geniş halk tabakalarına eğitim hakkını tanımamışlardır.

Hümanist düşüncenin temellerinin atıldığı Antik Grek kentlerinde beş sınıf halkın vardı. Bu sınıflar: 1- Aristos: Varlıklı, soylular, eşraf. 2- Klerikos: Ruhban sınıfı, rahipler. 3- Demos: Orta sınıf, esnaf ve sanatkarlar. 4-Yorgos: Rençperler, köylüler. 5- Laikos: Esirler, köleler ve kadınlar (Güvenç, 1991: 2).

Aytaç’a göre; okulların kuruluş sistemi, sosyal tabakalaşma sisteminin bir kopyasını temsil eder; okullar farklı zümresel menşelere bağlı bulunurlar. Mesela, Avrupa’da okullar yakın bir geçmişe kadar, zümreleri şu tarzda temsil etmişlerdir:

1- Yüksek tabaklar için: “Latince okulları” ve “liseler”

2- Orta tabakalar için : “Ortaokullar”

3- Aşağı tabaklar için : “Halk okulları”-“İlkokullar (Aytaç, 1985: 12).

Böyle bir sosyal düzende çocukların okul seçme işi, her şeyden önce kişinin mensup olduğu sınıf esasına göre cereyan etmekteydi. Yani okul seçimi başarı kriterine göre değil, fakat sosyal statülere (sınıfa) göre yapılmaktaydı.( Aytaç, 1985: 11-12). 

Oysa, herkesin mensup olduğu sosyal sınıfa, ekonomik, coğrafî ve dinî menşee bağlı kalmaksızın öğrenim haklarından eşit olarak faydalanması ve bu sayede ferdî kabiliyet ve yeteneklerini en yüksek derecede geliştirebilme imkanına sahip olması gerekmez mi?.
(…)

Atatürk, halkçıdır. Halkçılık ilkesi, seçkin azınlık eğitiminden kitle eğitimine geçişi sağlamış ve eğitimde fırsat eşitliğini sağlamaya çalışmıştır. Halk eğitimi ve kadın eğitimine, bu kavramın ışığında önem vermiştir (Bursalıoğlu, 1994: 9).

Atatürk 1922’de yaptığı bir konuşmada; köylüyü okutmanın millî eğitim politikası için temel ilke olarak benimsenmesini istemiştir. Fakat, “İnsanlığa mal olmuş düşünürler” olarak tanınan Aydınlanma  Çağı’nın ünlü önderleri Voltaire ve J. Jacques Rousseau gibi hümanistler, geniş halk tabakalarına eğitim hakkını tanımamaktadırlar.

Voltaire 19 mart 1776’da şöyle demektedir: “Halkın yönetilmesi yerinde bir harekettir, eğitilmesi değil.” diyor. Yine aynı Voltaire: “Sizin de sabanlarınız olsaydı benimle aynı düşüncede bulunurdunuz, öğrenim yapması gereken işçi değil, kentteki burjuvadır” diyordu. Büyük bir eğitimci olarak tanınan Jean Jacques Rousseau, “Emile” (1762) adlı kitabında, “Yoksulların eğitime ihtiyacı yoktur. Yoksulun durumuna uygun eğitimi oluşmuştur; başka eğitime ihtiyaç yoktur” diyor (Büyükdüvenci, 1985: 468-467).

Atatürk: “Yedi yüz yıldan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna karşılık daima tahrik ve aşağılama  ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakarlılık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, zorbalıkla uşak seviyesine indirmek istediğimiz bu asil sahip (köylünün) huzurunda bugün utanç ve saygıyla hakiki yerimizi alalım.” diyor ( Büyükdüvenci, 1985: 467).

Osmanlı’nın Cumhuriyete devrettiği en kötü miraslardan biri köylülerin mağduriyetidir. İmtiyazlı zümre refah içinde yaşarken, halkın sefalet içinde yaşamasından rahatsızlık duyan Atatürk;  köylülerin refahını sağlamak için halkçılık ilkesini uygulamıştır.
Kendi halkını toprağa bağlı kılmak, köylü (reaya) durumuna getirmek, yönetimi farklı bir kan ve kültürden gelen unsurlara (devşirme) terk etmek akılcı bir yönetim biçimi değildir. Yeryüzünde bunun bir başka örneği yoktur. Bu husus, kültür yaşantımıza ikili toplum tipolojiğini getiriyordu. Çünkü, bir yanda inanç ve kültürüne bağlı öz değerlerini temsil eden halk yığını, öte yandan bu değerlerden yoksun, Batılı norm ve oluşumları taşıyan aydın tabakanın varlığı, Osmanlı’nın  Cumhuriyete terk ettiği en kötü miraslar arasında idi. Reaya ve Enderun, bu iki toplumsal tabaka Osmanlı modeli içinde tam anlamı ile birbirine yabancılaşmış bir yapılanmayı temsil ediyordu.

İmtiyazlı sınıfının bu etnik yapısı, “yerlilik” kimliğini devreden çıkarmak suretiyle yönetimin tamamı ile kozmopolit bir kadronun eline geçmesine yol açıyordu. Türk halkı; köylü, esnaf konumuna getirilerek, farklı inanç ve kültürden gelen unsurlara, stratejik sektörler terk edilmek suretiyle, bu ikili yapılaşmanın temelleri artık iyiden iyiye güçlendiriliyordu.” (Türkdoğan, 2003:9).

Köy Enstitüleri: Diğer öğretim kurumlarından çok farklı bir eğitim programının Köy Enstitüleri’nde uygulanmış olmasının  temelinde ve arka planında hümanizm düşüncesinin olduğunu akla getirmektedir. Doğan’a (1982) göre; 1940’lardaki Köy Enstitüleri girişimi ve meslekî eğitimin yaygınlaştırılması hareketi uygulamayı içerdiği gerekçesiyle ortaokul ve lise gibi genel eğitim kurumlarının dışında tutulmuştur.

Köy Enstitüleri’ne ilkokul mezunu köy çocukları sınavla alınıyor ve 5 yıl eğitime tabi tutuluyorlardı. Enstitülerin programlarında; her sınıf için haftada kültür dersleri 22 saat, ziraat dersleri ve çalışmaları 11 saat, teknik dersleri ve çalışmaları 11 saat olarak yer almıştır.

19.06.1942 tarih ve 4274 sayılı Kanun; Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenler için en az 20 yıl köylerde zorunlu  çalışma hükmünü getirmiştir.

Hümanizm görüşüne kayıtsız şartsız bağlı olunan bir dönemde; lise ve ortaokullarda hiçbir meslek dersine yer verilmezken, köy çocuklarının alındığı Köy Enstitülerinde öğrencilere haftada 22 saat tarla, bahçe ve inşaat çalışmalarını yaptırmak hangi mantıkla açıklanabilir?!

Her biri ayrı bir ihtisaslaşma (uzmanlık) gerektiren tarım ve teknik zanaatlarla ilgili uğraşıların öğretmene öğretilmeye çalışılması ve ondan bunları çevresine öğretilmesinin istenmesi, üstelik öğretmenlerin bu tür işlerden gelirinin bir kısmını sağlamasının beklenmesi -bu öğretmenlere ayda 20 liradan 3 ayda 60 lira maaş veriliyor; fakat, yaptıkları ziraattan sağladıkları gelir kendilerine kalacaktı- gerçeklerle pek bağdaşmamaktadır. (Akyüz,1993: 343).
(…)
Makalenin Tamamı İçin Bkz:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder