(…)
1970’li yılların sonuna doğru lisede öğretmenlerimiz kitap okumamızı hem de hiç durmadan okumamızı öğütlüyordu. Uygarlıktan geri kalacağız, egemenlere el avuç açacağız diye ödü kopuyordu öğretmenlerin. Bizleri her yönden yetiştirmek için çırpınıyorlardı. “Okuyun… Okuyun… Okuyun…” her fırsatta bunu tekrarlıyorlardı. İlk zamanlar anlam veremiyordum bizi sürekli okumalara yöneltmelerine. Kitaplar bir ışıldak gibi kafamızın içini aydınlatmaya başlayınca anladım Hanya’yı Konya’yı! Sonraları kitap; ekmek gibi su gibi bir gereksinim oldu yaşamımda.
O öğretmenler yanı başımızda dimdik duruyorlardı ulusal törenlerde. Korku nedir bilmiyorlardı. Özel ders, özel kurs, özel dershane, para toplama okulların kapısından içeri henüz girmemişti. Boş zamanlarını kahvede, barda değil bizlerle geçiriyorlardı.
Ege’nin bir köyünde doğmuştum. Köylülerimiz göçebeliği 50’li yıllarda bırakıp yerleşik yaşama geçmiş, ancak modern tarımın gereklerini çok bilmedikleri için zorlanıyorlardı. Yoksulluk paçadan akıyordu. Tarım yeterince karınlarını doyurmadığından olsa gerek; gözleri ala köpüklü buz gibi suların aktığı yaylalardaydı. “Ah şimdi Eşeli yaylasında olacaktık!” “Ah şimdi Kırkmuar’da olacaktık” iç çekmeleriyle göçebeliğe özlem duyan köylülerimin, sıkıntılarını içimde duyarak yoksulluk içinde bir çocukluk geçirdikten sonra, tamamen çaresizlikten ve zorunluluktan dolayı, 15 kilometre uzağımızda bulunan kasabamızdaki ortaokula kaydoldum. Kasabaya (Ortaca) geldiğimde büyük bir şaşkınlık içinde farklı bir kültüre alışamamanın ezikliğiyle içine kapanık bir çocuk olup çıktım.
En iyi dost kitaptır derler ya, işte o günlerde başladı kitaplarla dostluğum. Kasabanın rafları öykü ve romanlarla dolu tek kitapçısına sık sık uğrar kafamı raflara diker uzun uzun kitapları incelerdim.
O yıllarda kitaplar ve yazarlar çok değerliydi. Okuma alışkanlığının önemi büyüktü. “Beyaz zambaklar ülkesi”, “Robenson Croseu” “Yılanların Öcü” “Tırpan” “Bizim Köy”ü su içer gibi bir solukta okudum. Arkası geldi.
Ortaokulda harçlığının büyük bir bölümünü kitaplara dergilere yatıran bir Yörük çocuğu olmuştum. Köyümüzde beni kitap okurken görenler hayretler içinde kalıyorlardı. Öyle ya “Yörük ne bilir naneyi, bakla sanır keneyi” demiyorlar mıydı?
Tatillerde evimizin önünde yetiştirdiğimiz patlıcanların biberlerin, domateslerin (göklük) yanı başında kitap okurken gören ninem Akkızca eli belinde yanıma kadar gelir uzun uzun beni süzdükten sonra sorardı “ne okuyorsun?” diye “kitap nineciğim” derdim. “tadında bırak kafan karışır yoksa!” diye uyarırdı kimi zaman. “Kafam karışmıyor, aksine gözlerim açılıyor, daha iyi görüyorum beyaz ile siyahın farkını” derdim. Bir süre daha başımda durur, sonra belli belirsiz bir gururla yürür, kaybolur giderdi.
Liseye başladığım yıllarda artık dünya klasiklerini okumaya başlamıştım. Edebiyat öğretmenlerimizin yönlendirmesiyle Varlık Yayınları’ndan klasikleri getirtiyor okuyorduk. Paket içinde İstanbul havasıyla birlikte gelen küçük şirin kitaplardı onlar. “Dorian Grey’in Portresi”, “Ana” “Gerçek” “Anna Karanina” “Savaş ve Barış” “Gazap Üzümleri” “Baba Evi” “İnsancıklar”ı anımsıyorum o yıllardan…
Lise yıllarım boyunca sürdü kitaplarla olan dostluğum. Yeni yerler, kentler, kasabalar, köyler tanıyordum. Yeni yaşantıların içine girip o yaşantılardan dersler çıkartıyordum. Bal arısı gibi kitapların özsuyunu emiyordum.
1970 yılların sonuna doğru ablamın köyde düğünü vardı ve çalgıcılar Muğla’dan özel gelmişti. Bahçemize ses ve ışık düzeneği kurulmuş, masalar donatılmış, şanlı şöhretli bir köy düğünü oluyordu. Ablam ilk çocuğu olduğu için babam en iyisi olsun istiyordu.
Masalara köyün gençleriyle birlikte hizmet ediyordum. Kazım dayının oğlu Tahir beni masasına çağırdı. “Abem bu parayı alıp kemancının şapkasının altına sıkıştır. ‘Aldırma Gönül’ türküsünü çalmasını söyle” dedi. O günlerde TRT radyolarının dışında her yerde o türkü çalınıyordu.
Gittim, parayı kemancının şapkasının altına sıkıştırıp, türküyü istedim. Çalgıcılar çalıp söylemeye başlayınca bahçede bir dalgalanma oldu. Köylüler konuşmaları ve rakı bardaklarını bırakıp can kulağıyla dinlemeye başladılar. Türkü bitince bir kez daha diye bağırdılar, bir kez daha…
Başın öne eğilmesin, Aldırma gönül, aldırma;
Ağladığın duyulmasın, Aldırma gönül, aldırma
Dışarda deli dalgalar, Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oylar, Aldırma gönül aldırma
Görmesen bile denizi, Yukarıya çevir gözü:
Deniz gibidir gökyüzü; Aldırma, gönül aldırma
Dertlerin kalkınca şaha, Bir sitem yolla Allah’a
Görecek günler var daha; Aldırma gönül aldırma...
Kurşun ata ata biter; Yollar gide gide biter;
Mahpus yata yata biter; Aldırma gönül aldırma
O geceyi ve o türküyü yaşamım boyunca hiç unutmadım. Sanırım köylülerim de hiç unutmamışlardır. Silahlar gece boyunca hiç susmadı. Solculuğu sağcılığı öğrendiğimiz bir dönemdi ve türkü solcuların türküsüymüş diye kulaktan kulağa yayılıyordu.
Köyümüzün büyük bir çoğunluğu Ecevit’e oy veriyordu. Ecevit için; “Bizim gibi” diyorlardı. “Bizim gibi yaşıyor, bizim gibi fakir, kara, kuru…” O yıllarda hem Kıbrıs olayına hem de Amerika’ya karşı takındığı yiğit tavır alkışlanıyordu. Köylülerim “tek başına dünyaya karşı geldi” diyerek Ecevit’i destekliyorlardı.
“Solcuların türküsü” olarak ilk kez ablamın düğününde duyduğum o türkü beni Sabahattin Ali’ye, şiirlerine, öykülerine ve romanlarına götürdü. Değirmen, Kağnı, Hanende Melek, Ayran adlı öykülerini nasıl tüylerim diken diken olarak okuduğumu, bütün öykülerini yıllarca ezberimde tuttuğumu, Kuyucaklı Yusuf ve Kürk Mantolu Madonna romanlarını okuduktan sonra da günlerce etkisi altında kaldığımı ayrıca belirtmeliyim.
(…)
/Erdal Atıcı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder